Yemyeşil
çayırlar üzerine uzanıp seni hayal ettiğimde henüz küçücük bir çocuktum.
Bulutların içerisinden sana yüz beğenirdim. Uzun saçların, güzel gözlerin,
utangaç bir yüzün olurdu hep. Ahatlı tepesi, bulutların değdiği küçük bir dağ
olur ve sen gelir orada dururdun. Koşup çıkardım hemen oraya. Hemen dokunacağım
derken bulutlarla birlikte uzaklaşırdı yüzün. Ne kadar çok koşsam, o kadar çok
uzaklaşırdı yüzün bana. Bütün çocukluğum bulutları tutabilecek bir tepe
aramakla geçti. Ne ben o tepeyi bulabildim, ne de bulutlara çizdiğim yüzünü
unutmaya güç yetirebildim.
Tüm çocukluğum
boyunca en yakınımdaki bulutta, hiç uzanamadığım uzaklıktaydın.
Büyüdüm,
yaşamak mektebinde ne kadar öğrenilecek ders varsa ezberime aldım, ne kadar aşk
varsa yaşadım, nice meridyenlerin altında, nice güneşin en güzel geceye merhaba
dediği sahil kentlerinde seni aradım. Her gün karşıma çıkan binlerce yüzün
arasında seni seçebilmek için sokaklarda başımı öne eğmeden dolaştım. Kuşlarla
şarkı söyledim, balıklarla sabrettim. Kimsesiz çocuklarla ağladım, şefkatli
annelerden masallar dinledim. Lakin bir gün gelip o ince ve güzel parmakların
arasında dolaşacak diye kimseye okşatmadım saçlarımı. En güzel öpüşümü sana
sakladım. En sıcak tutuşlarım için ellerimi sana beklettim.
Gün geldi,
sonsuz bir uykudan uyanır gibi, mezarında asırlardır beklemiş bir bedenin
dirilişi gibi, kanlı bir giyotinde başı gövdesinden ayrılmış bir eskiçağ şövalyesinin
bedeninin başına kavuşması gibi apansız yanı başımda buldum seni. Öylesine
bekletmeden, öylesine derinden, öylesine sade geldin ki...
Dilim gibi
tutulan yüreğim ne ayın, ne güneşin tutulmasıyla kıyas edilebileceği bir sır
ile kayboldu. Sen tekrar göz ve kalp hizama geldiğinde de, bularak kaybedilen
gizemli bir hazine gibi, umudumu yitirdim kavuşmaya dair. Ne kadar çok
yakınımda olsan da, uzaklardan bir uzak, ulaşılamayacaklardan bir umuttun sen.
Yangında küllenmiş ahşap bir hatıra kutusu gibi; içindekilerle birlikte toprağa
karılmışken ve neye dokunsam yakıp küle dönüştürürken, seni nasıl feda
edebilirim çocukluk hayallerime. Gökyüzüne çizilen yüzüne, gözlerine...
Şimdi
anladım ki, bir yüzel yüzün vardır, hiçbir buluta hiçbir tuvale
resmedilemeyecek kadar zarif. Bir güzel gözlerin vardır, bir kurşun atımı kadar
dahi bakılamayacak kadar kırılgan. Bir ellerin vardır, deniz kenarlarında,
parklarda tutulamayacak kadar narin. Sen yeryüzünün bugüne kadar hiç görmediği
bir kristal gibi ışıtırken yüreğimi, senin kırılma ihtimalinden bile
kıpırdayamam yerimden.
İşte
bundandır sana uzak kalışım. Sana ulaşamayışım, bulutlarda gördüğüm yanlış
yüzlerden, tuvallerdeki yanlış akislerden ve kaldırımlardaki yanlış bakışlardan
seni tefsir etmeye çalışmak suçumdandır…
Bu dünya
dönüyor, dediği için zindanların soğuk taşlarında sabahlamış adam gibi, seni
seviyorum diyemediğim için evrenin buz tutmuş sinesinde üşüye üşüye yaşıyorum
hayatı.
Yeryüzünün
bütün matemlerini tutarcasına siyahım sen yakınımdayken. Yaşanmış nice
aşklardan sonra yaşanan ayrılıkların tutulmayan tüm matemlerini senin için
tutup, ömrümü gece gibi karalar içinde yaşarım bundan sonra.
Bir gün ola
ki affedersen benim çocukluk düşlerimi ve gelip öpersen ısınırım. Isınır ve
gülümserim senin o güzel gülümsemene denk.
Ne çare ki
şimdi, en yakınımdaki en uzaksın.
Ne söylesem,
ne yazsam, nereye gitsem şifa bulamam derdime senden gayrı.
Sevgilim, en
yakınımdaki en uzak olsan da, isterim ki; seni sevdiğimi tüm dünya
bilsin...
Adem Özbay
0 yorum:
Yorum Gönder
Sensiz kelimelerin sesi olduğun için teşekkürler...