şyerine arabayla gelince her gün park sorunu yaşamaya başlamıştık.
“Böyle olmayacak otobüsle Taksim’e gelelim, oradan metro yapıp
Osmanbey’e gideriz” diyerek bir akbil almıştık. Gerçi 2-3 gün sonra ben
pes etmiştim ama o denememizden kalan notum bu olmuştu:
Hangi durağındayız sevgilim seninle sevmek yolculuğunun? Ulaşır mıyız dersin kavuşmaya, kalbimizin kılavuzluğunda? Rezervasyonu yok diye aşkın, hemen kaptım biletimi seni görür görmez gözlerinden. Dudaklarımı akbil eyledim, dakka başı yeni bir duraktayım. Sevgilim, gel uzun yolu bırakıp kestirmeden sarılalım. “Son durak!” diye anons etti yüreğim ellerini tuttuğumda, ışık hızı neymiş, vardım kalp hızımla anında sana.
Bir ilaç firması için hazırladığımız promosyon masa takvimine Türkiye’nin güzel illerinden kartpostallar seçmek için uğraşmıştık gün boyu. Akşam ofis boy arabayı getirince sen hızla inmiştin ve direksiyona iliştirilmiş şu post-itini bulmuştum.
Sen İstanbul kadar zarifsin, Marmara kadar engin… Özlediğimde bir Sivas türküsü gibi hüzünlüsün, kavuştuğumda Nemrut dağı kadar eşsiz. Öptüğümde Ankara ovası kadar büyür yanağın, İzmir kordonu gibi uzar dudağım. Ellerin Adana sıcağı, gözlerin Çanakkale mavisi. Sevgilim memleketim kadar güzelsin, vatanım kadar özgesin, sen kalbimin başkentisin.
Dergi için hazırladığımız bir yazıda mentorluk yani Türkçesi koçluk olan sistemi inceleyen bir yazı hazırlamayı düşünmüştük. Bu işleri çok iyi kıvıran Hüseyin Akın’a bu yazıyı sipariş ederken işte Mevlana’nın koçu olarak Şems’i, Yunus’un Taptuk Emre’yi, Fatih Sultan Mehmet’in Akşemsettin’i gibi isimleri vermiştik. Sonra benim kaleminden hemen şöyle bir not dökülmüştü.
Sevgilim, Mevlana’ydım, sen Şems olunca öğrendim aşkın ateşinde yanmayı. Yunus’tum, seni Taptuk bilip eğri odundan sakındırdım soframızın ateşini. Fatih’ken ben, sen Akşemsettin’im olup kalbi fethetmeyi öğrettin bana. Seni sevince gördüm yıldızlar parlarmış gökyüzünde. Ve sevmek en büyük kerametmiş insanoğlunun gönül evreninde. Sevgilim, sevapmış sana bakmak diye doldurdum amel defterimi senle…
Bir banka için çocuklara dağıtılmak üzere masal kitabı projesi yapmıştık. Çocukluğumuzun masallarını yeniden ilköğretim çocuklara uygun bir dille yazdırmış ve resimletmiştik. O masallarla uğraşırken de bunu yazıp çantandan ki cüzdanına yapıştırmıştım.
Hangi masaldan çıkıp geldin sevgilim sen buraya? Keloğlan’ın devlerden kurtarıp gönlüğünü kaptırdığı peri padişahının kızı sen misin? Kırk haramilerden kaçıp da Alaaddin’in gönlünün lambasını yakan sen misin? Tepegöz’ü öldüren Basat’ın gözüne giren yiğit prenses misin? Bin bir gece masallarının yürekleri dağlayan güzeli misin beni böyle her gece başka bir rüyanın içine hapseden? Gördüm gökten düşen üç elma, ikisi yanaklarında...
Bir gazeteye hazırladığımız promosyon harita için firma bizi haksız yere suçlamış ve bizi mahkemeye vermişti. Biz sadece A firmasından alıp B firmasına verdiğimiz halde firma bizi yıldırmak için A firmasına hiçbir işlem yapmadan sadece bizimle uğraşmıştı. Netice haklılığımız anlaşılsa da o mahkeme koridorlarına gitmek gerçekten can sıkıcıydı. İşte avukata vekâlet vermemize rağmen ceza davası olduğu için bir kez mecburen gitmek zorundaydık. Canımın sıkıntısını odama döndüğümde bilgisayarımın ekranındaki post-it alıp götürmüştü.
Sevgilim, seni aradı gözlerim mahkeme koridorlarında, tebligatı ulaştırmadı mı kuşlar sana? Yoktun borçlu olduğun davada, aşkın adaletinden kaçmasana! Doğduğumdan beridir alacaklıyım senden, dudaklarını hacze geldim. “Yok borcum!” dersen, delil olarak özlemekten yorulmuş kalbimi gösteririm. Borçtan kaçayım diye rüşvet niyetine bir sarıl desen de nasıl olsa düşürdüm elime demem, ömür boyu taksitle tahsilat da kabul ederim.
Yeni bir kanun çıkıp tüm maaşların banka üzerinden yatırılma mecburiyeti çıkınca seni bankaya hesap açtırmaya göndermek için akla karayı seçmiştik. Tüm evrakların hazırdı gidip sadece bir imza atacaktın. En sonunda post-ite yazıp klavyenin üzerine yapıştırmıştım. Not işe yaramış o gün gidip imzayı atmıştın.
Sevgilim, bir sevmek hesabı açtıralım seninle biz aşk bankasında. kâr payı diyerek sarılalım birbirimize, ikiye katlansın mevduatımız seni her öptüğümde. Sen menekşeli pencerenden el salla her sabah sevdanın veznecisi olarak, ben sıraya gireyim kuşlarla al yanaktan tadarak. Sevgilim, yaz geldi ya dünyaya, dayanamıyorum senin bu tatlılığına. Bir kampanya yapıp kalbinden kredi açsana, mutluluk kartımızın limitini artırsana!
Bir reklam çekimi için Şile’ye gitmiştin. Sabah 6’da çıkıp gece 12’de eve gelmiştin. O gün nedense çok özlemiştim seni. Bir gün dediğin göz açılıp kapana kadar geçiyordu ama o özlemek gelip insanın yakasına yapıştı mı saniyeler geçmek bilmiyordu. Ben de yazıp aynaya asmıştım, gelir gelmez lavaboya girer yüzünü yıkardın çünkü.
Bugün denize mi baktın sevgilim, gözlerine deniz kaçmış. Öylesine masmavi bakıyorsun ki, sanki için dolup taşmış. Her gülümsediğinde martılar havalanıyor gamzelerinden. Her konuştuğunda dalgalar esiyor yüzüme nefesinden. Çabuk kapat gözlerini sevgilim, öpeyim seni dudaklarından. Yoksa deniz kaçacak gözkapaklarından...
Bir TV kanalının yaratıcı fikirleri kapıştırdığı bir yarışma için hazırladığımız konsept reklamlarda Newton, Edison, Einstein gibi dahileri kullanmıştık. “Edison ampulü buldu ya sen?” gibi spot cümlelere sahip bu reklam için bir hafta deliler gibi çalışmıştık. Newton’la Edison’la Einstein’la yata kalka geçen o günlerde sonra masana bıraktığım not tabii ki onlarla alakalı olmuştu.
Ah Newton abi, yerçekimini bulacağına bulsaydın ya aşkçemini, nerden düşersek düşsek düşseydik aşka! Ya Arşimet amca, suyun kaldırma kuvvetini bulmak kolay, sıkıysa ayrılığı kaldırma kuvvetini bul da, dua etsin sana kıyamete kadar ne kadar aşık varsa. Edison dayı, elektriği saldın başımıza, var mı yâri öpmek gibisi bir mumun aydınlığında? İzafiyet teorisini bırak Einstein baba, yap bir aşk bombası da aşksızlığımızı parçala!
Bir ramazan akşamı “Hep klasik ramazan eğlencelerine gidiyoruz bu akşam değişik bir yere gidelim.” demiştik ve ünlü Türk besteci Okan Demiriş’in “Yusuf ile Züleyha” operasını, elimizdeki basın biletleri ile gidip bir görmüştük. Opera çok içimizi açmasa da kalemimizi zihnimizi açmıştı. Çıkışta elime tutuşturduğun post-it tek kelimeyle içime işlemişti.
Yusuf’un kuyusundayken fener olmuştun her karanlık gecede. Ferhat’ın azmiyle kazarken dağları, senin bakışlarınla bilemiştim kazmamı. Kaybolduğumda Mecnun’un çöllerinde ayak izinden buldum kendimi. Kurbanda boynumu uzattım feda olayım diye. Sana orucumu tuttum hiç öpmeden seni dudaklarımla. Zekat olarak verdim ömrümün kırkta birini sensiz yaşayarak. Seni sevmenin 5 şartını ezberliyorum.
Kardeşinin ÖSS (şimdi YGS) sınavına hazırlanması seni ondan çok germişti. Dershaneye gidip gitmediğini, testlerini çözüp çözmediğini, deneme sınavlarında kaç soru yaptığını günü gününe düzenli sorup çocuğu bir Nazi subayı gibi takip ediyordun. Doğrusu bu kadar sıkı takibe oğlanın bir gün isyan edip saç baş bir kavga edeceğinizi düşünüyordum Bereket bu olmadan sınav geldi geçti ve kardeşin kendine göre bir bölüm kazanıp okumaya başladı. İşte o günlerden kalan bir not.
SBS, YDS, ÖSS, KPSS en kolayıymış, kaldın mı en çok koyanı aşkın imtihanıymış. Doğru şıkkı bulmak milyonda bir ihtimalde saklıymış. Sıkısıysa sevmekten bir sınav hazırlasın ÖSYM sevgilim, yine de kesin birinci oluruz biz seninle. Öğrenime başladık mı zaten aşkın üniversitesinde, mezuniyeti rektör değil memur verir belediye başkanından aldığı yetkiyle. Gel sevgilim, hazırlanmaya başlayalım şimdiden Leyla ile Mecnun’un dershanesinde…
Seçim öncesi tartışmalar başlamış, Ak Parti mi, Chp mi, Mhp mi, Btp mi yoksa ittifak mı olacak, koalisyon mu kurulacak tartışmaları bizi zerre kadar ilgilendirmiyordu. Peş peşe bize gelip adaylık kampanyalarını yürütmemizi isteyen milletvekili adaylarını dinledikçe siyasetten soğudukça soğumuştuk. Milleti yönetecek olan insanların ne kadar bayağı ve basit karakterli olduklarına şahit oldukça hem üzülüyor hem de sinirleniyordum. Neyse ki böyle bir günde post-itin yardımıma yetişmişti.
Sevgilim, gel seninle bir koalisyon kuralım. Verip bir gensoru ayrılık hükümetini düşürelim iktidardan. Kalbimizi başbakan yapıp ellerimizi kavuşturma bakanı atayalım. Gözler içişlerine baksın, yanaklar imar ve iskâna, yerleşelim gönül konutumuza. Anayasayı değiştirelim ve değiştirilemez ilk maddesi “seni seviyorum” olsun. Dudak açılımı yapalım her gensoruda, ilelebet yaşayalım aşk cumhuriyetinin bağımsız topraklarında.
Yine hiç unutmuyorum sevgililer günü için bir prezervatif reklamı hazırlayacaktık. Firma satıştan ziyade ses getirecek bir reklam istiyordu. Zaten sektörün %78 ile en büyüğüydü. Gündeme iyice otursun diye bayağı uçlarda dolaşan bir metin çıkmıştı. “Robin Hood hiç patates yemedi, Mecnun da bizim prezervatifimizi hiç kullanamadı. Ya onları da yapsalardı?” şeklinde bir soru eşliğinde Hood ve Mecnun’un temsili resimlerinde suratları asık bir şekilde resmetmiştik. İşte o reklam çalışmaları günlerinden elimde kalan bir notun:
Senin için ne yapsam bilemem sevgilim. Çöllere mi atsam kendimi, mecnun gibi derbeder mi yaşasam. Kerem gibi alıp elime kazmayı bir tünel de ben mi açsam Bolu dağına? Robin Hood gibi mesken mi tutsam ormanları, devirsem bir okla aşkın düşmanlarını. Romeo gibi içsem zehirleri bir dikişte. Kalbim söyler bana, “Reklam yapmış onlar, sen sadece sev bir ömür, en büyük meziyet budur aşkın kitabında…”
Bir gün ağlayarak gelmiştin ofise. Yağmur yağıyordu ve benim aklıma kayıp düştüğün falan gelmişti. Ama kendine değil yağmurdan korunmak için saklandığı araba tarafından ezilen bir sokak kedisinin yavrularına ağlıyordun:
Üzüldün mü bir kuş kanadını incitti diye? Islandı mı gözlerin bir kedicik annesiz kaldı diye? İncindi mi gönlün bir gülün dalı kırıldı diye? Ah mı ettin denize bir taş atıldı diye? Ağlar mısın ceylan yavrusu su içemediğinde aslandan korkunca belgesellerde? Sevgilim, yıldızlı bir gecede hasretle öperim, merhametli kalbine selam ederim.
Bir kitapçıda çok güzel bir afiş vardı. Bir kadın tren yolunda bavulunun üzerine oturmuş ne gidiyor ne geliyor gibiydi, belki de gelmeyen birini bekliyordu. O afişi görünce ben de sana bir not yazmıştım. Sonraları beklemediğini bilmek ne kadar acı oldu bilemezsin:
Yağmasa da beklenen yağmur gibi bekle beni sevgilim. Gelmemişsem bir güneşe takılmıştır kanatlarım, bir çiçekte uyuyakalmışımdır, bir buluta sermişimdir yorganımı. Göremese de görecekmiş gibi bir ölüyü beklercesine bekle beni sevgilim. Toprağın kucağında hasretini besleyen ağaç köklerinden gelirim sana. Isırdığın bir elmada, saçlarına taktığın bir sarı gülde bul beni. Gelemesem de bekle beni sevgilim!
Cem Yılmaz’ın AROG filminin DVD’sini seyrederken, çocuklara kara tahta önünde söylediği sözlere çok gülmüştük. Ben o anda da bir post-it yazıvermiştim hemen:
Seni severek öğrendim alfabeyi, a'dan z'ye saydım ne kadar harf varsa sana seslenirken. 1'den sonsuza kadar saydım seni öperken. Pekiştireyim diye sayı bilgimi, 1 olduk seninleyken, 0 oldum sensizken. Deney niyetine ellerinin sıcaklığını ölçtüm tutarken, bıraktığımda eksiye düştüm. Köyü muhtar ve ihtiyar heyeti yönetirmiş, kalbimi sen. Hayat bilgisi dersinde hayatım sensin, bilgim sen, gelip sarılsan da beni mezun etsen.
Henüz uyanmadığım bir gün toplantıya gideceğim için apar topar çıkarken yazıp yastığının üstüne koymuştum bunu. Mükâfatım da kocaman bir öpücük olmuştu işe gelir gelmez:
Uyurken içimde bir telaşla öpüyorum seni yazılıdan kopya çeken öğrenci gibi. Elini tutunca ürkek bir serçeyim; sobaya eli değmiş bir bebeğin annesi gibi pır pır eder yüreğim. Sana ne zaman iki kelam etmek istesem, kuş olup uçup gidiyor dilim. Halim pek hayra alamet değil biliyorum sevgilim. Atarsa bir gün kalbim alıp başımı sana gelirim. Bu derdi biraz da sana çektiririm.
Bayram tatili nedeniyle dokuz günlük ara verilmişti. Sen de ailenle memleketine gidecektin. Sizi otobüse bıraktığımda cebine atıvermiştim bunu da:
Bugün bayram, seviniyor çocuklar. Bana sorsalar tek bayram var: Sana kavuşmak. İşte o zaman tatil olur kuşlara, uçarlar gönüllerinde neresi varsa. Çiçekler sıraya girer, sallanırlar esen rüzgârla ritim tutup bir oraya bir buraya. Yıldızlar bayrak olup dizilirler göğün ta ucuna. Bir tek ben sevinsem de senin bayramına sevgilim, sen sen ol bayram diye tatil verme sakın dudaklarına, yanaklarına.
“Şu Turkcell’in NAR kampanyası nedir?” diye telefonunu alıp tutuşturmuştun elime. Yok, bilmem ne kadar TL yüklersek bilmem kaç katı bedava TL yükleniyormuş. Yahu nerden bileyim ben de girip benim bankanın internet şubesine şıp diye TL yükleyivermiştim telefonuna:
Seviyorum valla seni. Bedava dakika veren telefon hattı gibi sen bir dakika sev, ben her yöne bin dakika seveyim seni. Tüm lekeleri çıkaran deterjan gibi öpücük lekesi bırakmam, geçerim tüm sevme testlerini. Yirmi dokuz kupona verilen promosyon neymiş, çekilişsiz kurasız veriyorum sana kendimi. Tüm piyangolarda sana oynadım, çıkmasa da beş kuruşluk ikramiye, sen varken üzülmem hiçbir şeye.
Reklam görüşmesi için gelen bilgisayar firmasının reklam müdürü olan kızla biraz samimi olunca hemen küsüp toplantı biter bitmez ajanstan kaçarcasına gitmiştin. Ben de canın sıkkın olduğunda gittiğin Fatih’teki çay bahçesinde bulmuştum seni. Özür mahiyetindeki notumu verip barışmanın eşliğinde sıcak çaylarımızı yudumlamıştık:
Küsmüşsün ya sen bana, geldi menekşeler koklaştığımız ağacın altına, barıştıracaklarmış bizi işbirliği yapıp kuşlarla. Yoksa gökyüzü durmadan gözyaşı dökecekmiş, dünyayı basacakmış sel, tufan… Balıklar firar edeceklermiş denizlerden, tuzu kalacakmış bir tek martılara. Kokmayacakmış karanfiller, ayrılığımızın inadına. Ne kadar dediysem de dinletemedim, bizim küsmemiz barışma numarasıyla daha çok sarılmak içindir diye.
Devrimcilerin aşkları diye bir gazete yazısı okumuştuk bir pazar. Tam sayfa bir pazar eki haberiydi. Gazetenin kenarındaki beyaz alana yazıp vermiştim bunu sana. Şimdi o gazete parçası elimde duruyordu:
Sana bir sır söyleyeyim mi? Şu hayatta bir şey öğrendim: en büyük devrim seni sevmekmiş. Kapitalizm, sosyalizm hepsinden geçtim, şimdi sensizim. Bir ihtilal hazırladım başkaldırıp yalnızlığa, sarılacağım sana ilk kavuşmamızın bildirisini yayınladığımda. Musab, Che, Malcolm, Deniz, Mayakovski bizi görseydi kesin devrimci selamı verirdi. Sana bir sır söylüyorum bak seviyorum seni deli gibi, söylemezsin kuşlara değil mi?
Neden, niçin yazdığımı ya da yazdığını anımsayamadığım notlar da vardı. Hafızamın içinde senin gidişinin sancılı olmasının hatıraları dururken, bu post-itleri unutmak pek acı gelmemişti bana. Belki de ben öyle zannediyordum. Bir gün bu post-itler kalbime vura vura yaralarımdan nice irinler fışkırtacaklardı.
***
Gizemini çözdüm bu define haritasının, senmişsin meğer şifrelenilen içine. Gözlerin inciymiş gözkapaklarının arasında, ağladıkça büyüyen. Saçlarına dizilirmiş elmaslar, yakutlar ay ışığında parlayan. Tek taş gibi konmuş yüzüne burnun, aynalarda güzelliği ortaya çıkan. Kaşıkçı elmasından daha değerlidir yanakçı elmasın. Gamzelerinde saklıymış kâf dağının zümrütleri. Kaldır ellerini bu bir soygundur, yanağından öpmeye geldim seni.
***
Neden durmaz kuşlar kırmızı ışıkta? Hiç başını kaldırıp yeşil yanmış mı diye bakmaz kaplumbağalar sahile koşarken. Karşıya geçerken hangi kelebek bakar sağına soluna? Koşarken bir ceylan ne zaman söyler üstünden geçen kartala, fazla hız yapma! Sıkıysa ceza kessin ormanların aslanı, radara yakalanmış bir kaplana. Hangi gül bakar pembe rujum akmış mı diye aynaya? İşte sevgilim böyle özgürüm ben de seninle, aşkın tüm yollarında.
***
Ey doktor, gel de ruhumun dizine vur, kanatlanayım aşkın refleksiyle. Gönlüme bir röntgen çekip baksan yaram var mı derinlerde. Stetoskobu dayayıp göğsüme, dinlesen bir ney gibi inleyen kalbimi. Dertlerime devan varsa yaz reçetemi. 100 mg mutluluk, 100 mg huzur yaz ey doktor, yatılıya bırakma beni. Kalırsam sadece yıldızları alırım refakatçi. Hem SSK ödemez ise bunları, ödetir elbet güller bir buse ile beni bu derde salana.
***
Matematiği gözlerinden öğrendim ben. İki kere baktın, iki kere yandım; dört gözle bekledim sayılar evinde. Türkçe’yi dudakların öğretti bana. “Seni” dedi, “Seviyorum” dedim, sarıldım sana harfler diyarında. Kimyayı öğrenemezdim ellerin olmasa. Isındım, çözüldüm, havaya karıştım ellerini tutunca. Sınıfı geçtim mi söyleyemedi kuşlar. Diplomayı sen versen bir öpüşle, kızarsa yanaklar.
***
Pazartesi gözlerindir, salı ellerin, çarşamba saçların, perşembe yanakların. Pazardır adı kucağında yatmanın. Ocak kalbindir, şubat kirpiklerin, mart omuzlarındır, nisan parmakların... Aralıktır adı, beni öpen dudaklarının. Velhasıl sevgilim, günüm sensin ayım sen. Takvim yaprakları gibiyiz senle ben. Sensiz nasıl yaşayamam bir bilsen, bir bilsen.
***
Gel yağmurda ıslanalım seninle. Yağan yağmurlar dişi çıkan bir bebeğin gözyaşları olsun, okşayalım yanaklarımızı. Yağan yağmurlar annesinden uzakta bir öksüzün gözyaşları olsun, okşayalım saçlarımızı. Gel yağmurda ıslanalım seninle. Yağan yağmurlar ayrılmış iki sevenin gözyaşları olsunlar, sarılalım birbirimize. Gel yağmurda ıslanalım seninle. Yağmur sonrası içimize dolsun bir mutluluk, dolaşalım gökkuşağını el ele.
***
Sen misin geldiğinde camıma tıklayan kuş gibi canıma tıklayan? Kapımı açtığımda rüzgar gibi yüzüme dokunan serinlik sen misin? Sen misin ağladığımda gözyaşlarımı kurulamak için beyaz mendilini alıp gelen kardelen çiçeği? Sen misin saçlarıma değip geçen gökkuşağı gibi rengârenk gülümseyen? Sen misin bir çocuğun kanayan dizini öpen anne gibi şefkatli öpen beni? Sen misin gönlüm seni ararken bir ağacın arkasına saklanan?
***
Yaşadığım günlerden bir şey öğrendim. Doğan güneşten, batan aydan, geceleri parlayan yıldızlardan ve tüm insanlardan bir şey öğrendim. Başını okşadığım çocuklardan, dayak yediğim adamlardan, düştüğüm kuyulardan öğrendim Yusuf gibi yalnız olduğumu. Asıldığım çarmıhlardan öğrendim İsa gibi sırtımdan vuranların dostlarım olduğunu. Ve hiç konamayan kuş misali yeryüzünün tenhasında seni aradığımı.
***
Sevmek bir ömürse kaybetmek bir anmış. Beklemek gelir geçer ise özlemek iyileşmeyen yaraymış. Gülmek gün doğumu ise ağlamak kıyametmiş. Bu bana ders oldu, yaşamak dediğin bir kalbe müebbet yatılı kalmak imiş...
***
Belki hiçbir resmi evrakta isimlerimiz yan yana gelmedi ama gayri resmi bir çok hayalde ben seninle aynı yastıkta öldüm…
Adem Özbay
Hangi durağındayız sevgilim seninle sevmek yolculuğunun? Ulaşır mıyız dersin kavuşmaya, kalbimizin kılavuzluğunda? Rezervasyonu yok diye aşkın, hemen kaptım biletimi seni görür görmez gözlerinden. Dudaklarımı akbil eyledim, dakka başı yeni bir duraktayım. Sevgilim, gel uzun yolu bırakıp kestirmeden sarılalım. “Son durak!” diye anons etti yüreğim ellerini tuttuğumda, ışık hızı neymiş, vardım kalp hızımla anında sana.
Bir ilaç firması için hazırladığımız promosyon masa takvimine Türkiye’nin güzel illerinden kartpostallar seçmek için uğraşmıştık gün boyu. Akşam ofis boy arabayı getirince sen hızla inmiştin ve direksiyona iliştirilmiş şu post-itini bulmuştum.
Sen İstanbul kadar zarifsin, Marmara kadar engin… Özlediğimde bir Sivas türküsü gibi hüzünlüsün, kavuştuğumda Nemrut dağı kadar eşsiz. Öptüğümde Ankara ovası kadar büyür yanağın, İzmir kordonu gibi uzar dudağım. Ellerin Adana sıcağı, gözlerin Çanakkale mavisi. Sevgilim memleketim kadar güzelsin, vatanım kadar özgesin, sen kalbimin başkentisin.
Dergi için hazırladığımız bir yazıda mentorluk yani Türkçesi koçluk olan sistemi inceleyen bir yazı hazırlamayı düşünmüştük. Bu işleri çok iyi kıvıran Hüseyin Akın’a bu yazıyı sipariş ederken işte Mevlana’nın koçu olarak Şems’i, Yunus’un Taptuk Emre’yi, Fatih Sultan Mehmet’in Akşemsettin’i gibi isimleri vermiştik. Sonra benim kaleminden hemen şöyle bir not dökülmüştü.
Sevgilim, Mevlana’ydım, sen Şems olunca öğrendim aşkın ateşinde yanmayı. Yunus’tum, seni Taptuk bilip eğri odundan sakındırdım soframızın ateşini. Fatih’ken ben, sen Akşemsettin’im olup kalbi fethetmeyi öğrettin bana. Seni sevince gördüm yıldızlar parlarmış gökyüzünde. Ve sevmek en büyük kerametmiş insanoğlunun gönül evreninde. Sevgilim, sevapmış sana bakmak diye doldurdum amel defterimi senle…
Bir banka için çocuklara dağıtılmak üzere masal kitabı projesi yapmıştık. Çocukluğumuzun masallarını yeniden ilköğretim çocuklara uygun bir dille yazdırmış ve resimletmiştik. O masallarla uğraşırken de bunu yazıp çantandan ki cüzdanına yapıştırmıştım.
Hangi masaldan çıkıp geldin sevgilim sen buraya? Keloğlan’ın devlerden kurtarıp gönlüğünü kaptırdığı peri padişahının kızı sen misin? Kırk haramilerden kaçıp da Alaaddin’in gönlünün lambasını yakan sen misin? Tepegöz’ü öldüren Basat’ın gözüne giren yiğit prenses misin? Bin bir gece masallarının yürekleri dağlayan güzeli misin beni böyle her gece başka bir rüyanın içine hapseden? Gördüm gökten düşen üç elma, ikisi yanaklarında...
Bir gazeteye hazırladığımız promosyon harita için firma bizi haksız yere suçlamış ve bizi mahkemeye vermişti. Biz sadece A firmasından alıp B firmasına verdiğimiz halde firma bizi yıldırmak için A firmasına hiçbir işlem yapmadan sadece bizimle uğraşmıştı. Netice haklılığımız anlaşılsa da o mahkeme koridorlarına gitmek gerçekten can sıkıcıydı. İşte avukata vekâlet vermemize rağmen ceza davası olduğu için bir kez mecburen gitmek zorundaydık. Canımın sıkıntısını odama döndüğümde bilgisayarımın ekranındaki post-it alıp götürmüştü.
Sevgilim, seni aradı gözlerim mahkeme koridorlarında, tebligatı ulaştırmadı mı kuşlar sana? Yoktun borçlu olduğun davada, aşkın adaletinden kaçmasana! Doğduğumdan beridir alacaklıyım senden, dudaklarını hacze geldim. “Yok borcum!” dersen, delil olarak özlemekten yorulmuş kalbimi gösteririm. Borçtan kaçayım diye rüşvet niyetine bir sarıl desen de nasıl olsa düşürdüm elime demem, ömür boyu taksitle tahsilat da kabul ederim.
Yeni bir kanun çıkıp tüm maaşların banka üzerinden yatırılma mecburiyeti çıkınca seni bankaya hesap açtırmaya göndermek için akla karayı seçmiştik. Tüm evrakların hazırdı gidip sadece bir imza atacaktın. En sonunda post-ite yazıp klavyenin üzerine yapıştırmıştım. Not işe yaramış o gün gidip imzayı atmıştın.
Sevgilim, bir sevmek hesabı açtıralım seninle biz aşk bankasında. kâr payı diyerek sarılalım birbirimize, ikiye katlansın mevduatımız seni her öptüğümde. Sen menekşeli pencerenden el salla her sabah sevdanın veznecisi olarak, ben sıraya gireyim kuşlarla al yanaktan tadarak. Sevgilim, yaz geldi ya dünyaya, dayanamıyorum senin bu tatlılığına. Bir kampanya yapıp kalbinden kredi açsana, mutluluk kartımızın limitini artırsana!
Bir reklam çekimi için Şile’ye gitmiştin. Sabah 6’da çıkıp gece 12’de eve gelmiştin. O gün nedense çok özlemiştim seni. Bir gün dediğin göz açılıp kapana kadar geçiyordu ama o özlemek gelip insanın yakasına yapıştı mı saniyeler geçmek bilmiyordu. Ben de yazıp aynaya asmıştım, gelir gelmez lavaboya girer yüzünü yıkardın çünkü.
Bugün denize mi baktın sevgilim, gözlerine deniz kaçmış. Öylesine masmavi bakıyorsun ki, sanki için dolup taşmış. Her gülümsediğinde martılar havalanıyor gamzelerinden. Her konuştuğunda dalgalar esiyor yüzüme nefesinden. Çabuk kapat gözlerini sevgilim, öpeyim seni dudaklarından. Yoksa deniz kaçacak gözkapaklarından...
Bir TV kanalının yaratıcı fikirleri kapıştırdığı bir yarışma için hazırladığımız konsept reklamlarda Newton, Edison, Einstein gibi dahileri kullanmıştık. “Edison ampulü buldu ya sen?” gibi spot cümlelere sahip bu reklam için bir hafta deliler gibi çalışmıştık. Newton’la Edison’la Einstein’la yata kalka geçen o günlerde sonra masana bıraktığım not tabii ki onlarla alakalı olmuştu.
Ah Newton abi, yerçekimini bulacağına bulsaydın ya aşkçemini, nerden düşersek düşsek düşseydik aşka! Ya Arşimet amca, suyun kaldırma kuvvetini bulmak kolay, sıkıysa ayrılığı kaldırma kuvvetini bul da, dua etsin sana kıyamete kadar ne kadar aşık varsa. Edison dayı, elektriği saldın başımıza, var mı yâri öpmek gibisi bir mumun aydınlığında? İzafiyet teorisini bırak Einstein baba, yap bir aşk bombası da aşksızlığımızı parçala!
Bir ramazan akşamı “Hep klasik ramazan eğlencelerine gidiyoruz bu akşam değişik bir yere gidelim.” demiştik ve ünlü Türk besteci Okan Demiriş’in “Yusuf ile Züleyha” operasını, elimizdeki basın biletleri ile gidip bir görmüştük. Opera çok içimizi açmasa da kalemimizi zihnimizi açmıştı. Çıkışta elime tutuşturduğun post-it tek kelimeyle içime işlemişti.
Yusuf’un kuyusundayken fener olmuştun her karanlık gecede. Ferhat’ın azmiyle kazarken dağları, senin bakışlarınla bilemiştim kazmamı. Kaybolduğumda Mecnun’un çöllerinde ayak izinden buldum kendimi. Kurbanda boynumu uzattım feda olayım diye. Sana orucumu tuttum hiç öpmeden seni dudaklarımla. Zekat olarak verdim ömrümün kırkta birini sensiz yaşayarak. Seni sevmenin 5 şartını ezberliyorum.
Kardeşinin ÖSS (şimdi YGS) sınavına hazırlanması seni ondan çok germişti. Dershaneye gidip gitmediğini, testlerini çözüp çözmediğini, deneme sınavlarında kaç soru yaptığını günü gününe düzenli sorup çocuğu bir Nazi subayı gibi takip ediyordun. Doğrusu bu kadar sıkı takibe oğlanın bir gün isyan edip saç baş bir kavga edeceğinizi düşünüyordum Bereket bu olmadan sınav geldi geçti ve kardeşin kendine göre bir bölüm kazanıp okumaya başladı. İşte o günlerden kalan bir not.
SBS, YDS, ÖSS, KPSS en kolayıymış, kaldın mı en çok koyanı aşkın imtihanıymış. Doğru şıkkı bulmak milyonda bir ihtimalde saklıymış. Sıkısıysa sevmekten bir sınav hazırlasın ÖSYM sevgilim, yine de kesin birinci oluruz biz seninle. Öğrenime başladık mı zaten aşkın üniversitesinde, mezuniyeti rektör değil memur verir belediye başkanından aldığı yetkiyle. Gel sevgilim, hazırlanmaya başlayalım şimdiden Leyla ile Mecnun’un dershanesinde…
Seçim öncesi tartışmalar başlamış, Ak Parti mi, Chp mi, Mhp mi, Btp mi yoksa ittifak mı olacak, koalisyon mu kurulacak tartışmaları bizi zerre kadar ilgilendirmiyordu. Peş peşe bize gelip adaylık kampanyalarını yürütmemizi isteyen milletvekili adaylarını dinledikçe siyasetten soğudukça soğumuştuk. Milleti yönetecek olan insanların ne kadar bayağı ve basit karakterli olduklarına şahit oldukça hem üzülüyor hem de sinirleniyordum. Neyse ki böyle bir günde post-itin yardımıma yetişmişti.
Sevgilim, gel seninle bir koalisyon kuralım. Verip bir gensoru ayrılık hükümetini düşürelim iktidardan. Kalbimizi başbakan yapıp ellerimizi kavuşturma bakanı atayalım. Gözler içişlerine baksın, yanaklar imar ve iskâna, yerleşelim gönül konutumuza. Anayasayı değiştirelim ve değiştirilemez ilk maddesi “seni seviyorum” olsun. Dudak açılımı yapalım her gensoruda, ilelebet yaşayalım aşk cumhuriyetinin bağımsız topraklarında.
Yine hiç unutmuyorum sevgililer günü için bir prezervatif reklamı hazırlayacaktık. Firma satıştan ziyade ses getirecek bir reklam istiyordu. Zaten sektörün %78 ile en büyüğüydü. Gündeme iyice otursun diye bayağı uçlarda dolaşan bir metin çıkmıştı. “Robin Hood hiç patates yemedi, Mecnun da bizim prezervatifimizi hiç kullanamadı. Ya onları da yapsalardı?” şeklinde bir soru eşliğinde Hood ve Mecnun’un temsili resimlerinde suratları asık bir şekilde resmetmiştik. İşte o reklam çalışmaları günlerinden elimde kalan bir notun:
Senin için ne yapsam bilemem sevgilim. Çöllere mi atsam kendimi, mecnun gibi derbeder mi yaşasam. Kerem gibi alıp elime kazmayı bir tünel de ben mi açsam Bolu dağına? Robin Hood gibi mesken mi tutsam ormanları, devirsem bir okla aşkın düşmanlarını. Romeo gibi içsem zehirleri bir dikişte. Kalbim söyler bana, “Reklam yapmış onlar, sen sadece sev bir ömür, en büyük meziyet budur aşkın kitabında…”
Bir gün ağlayarak gelmiştin ofise. Yağmur yağıyordu ve benim aklıma kayıp düştüğün falan gelmişti. Ama kendine değil yağmurdan korunmak için saklandığı araba tarafından ezilen bir sokak kedisinin yavrularına ağlıyordun:
Üzüldün mü bir kuş kanadını incitti diye? Islandı mı gözlerin bir kedicik annesiz kaldı diye? İncindi mi gönlün bir gülün dalı kırıldı diye? Ah mı ettin denize bir taş atıldı diye? Ağlar mısın ceylan yavrusu su içemediğinde aslandan korkunca belgesellerde? Sevgilim, yıldızlı bir gecede hasretle öperim, merhametli kalbine selam ederim.
Bir kitapçıda çok güzel bir afiş vardı. Bir kadın tren yolunda bavulunun üzerine oturmuş ne gidiyor ne geliyor gibiydi, belki de gelmeyen birini bekliyordu. O afişi görünce ben de sana bir not yazmıştım. Sonraları beklemediğini bilmek ne kadar acı oldu bilemezsin:
Yağmasa da beklenen yağmur gibi bekle beni sevgilim. Gelmemişsem bir güneşe takılmıştır kanatlarım, bir çiçekte uyuyakalmışımdır, bir buluta sermişimdir yorganımı. Göremese de görecekmiş gibi bir ölüyü beklercesine bekle beni sevgilim. Toprağın kucağında hasretini besleyen ağaç köklerinden gelirim sana. Isırdığın bir elmada, saçlarına taktığın bir sarı gülde bul beni. Gelemesem de bekle beni sevgilim!
Cem Yılmaz’ın AROG filminin DVD’sini seyrederken, çocuklara kara tahta önünde söylediği sözlere çok gülmüştük. Ben o anda da bir post-it yazıvermiştim hemen:
Seni severek öğrendim alfabeyi, a'dan z'ye saydım ne kadar harf varsa sana seslenirken. 1'den sonsuza kadar saydım seni öperken. Pekiştireyim diye sayı bilgimi, 1 olduk seninleyken, 0 oldum sensizken. Deney niyetine ellerinin sıcaklığını ölçtüm tutarken, bıraktığımda eksiye düştüm. Köyü muhtar ve ihtiyar heyeti yönetirmiş, kalbimi sen. Hayat bilgisi dersinde hayatım sensin, bilgim sen, gelip sarılsan da beni mezun etsen.
Henüz uyanmadığım bir gün toplantıya gideceğim için apar topar çıkarken yazıp yastığının üstüne koymuştum bunu. Mükâfatım da kocaman bir öpücük olmuştu işe gelir gelmez:
Uyurken içimde bir telaşla öpüyorum seni yazılıdan kopya çeken öğrenci gibi. Elini tutunca ürkek bir serçeyim; sobaya eli değmiş bir bebeğin annesi gibi pır pır eder yüreğim. Sana ne zaman iki kelam etmek istesem, kuş olup uçup gidiyor dilim. Halim pek hayra alamet değil biliyorum sevgilim. Atarsa bir gün kalbim alıp başımı sana gelirim. Bu derdi biraz da sana çektiririm.
Bayram tatili nedeniyle dokuz günlük ara verilmişti. Sen de ailenle memleketine gidecektin. Sizi otobüse bıraktığımda cebine atıvermiştim bunu da:
Bugün bayram, seviniyor çocuklar. Bana sorsalar tek bayram var: Sana kavuşmak. İşte o zaman tatil olur kuşlara, uçarlar gönüllerinde neresi varsa. Çiçekler sıraya girer, sallanırlar esen rüzgârla ritim tutup bir oraya bir buraya. Yıldızlar bayrak olup dizilirler göğün ta ucuna. Bir tek ben sevinsem de senin bayramına sevgilim, sen sen ol bayram diye tatil verme sakın dudaklarına, yanaklarına.
“Şu Turkcell’in NAR kampanyası nedir?” diye telefonunu alıp tutuşturmuştun elime. Yok, bilmem ne kadar TL yüklersek bilmem kaç katı bedava TL yükleniyormuş. Yahu nerden bileyim ben de girip benim bankanın internet şubesine şıp diye TL yükleyivermiştim telefonuna:
Seviyorum valla seni. Bedava dakika veren telefon hattı gibi sen bir dakika sev, ben her yöne bin dakika seveyim seni. Tüm lekeleri çıkaran deterjan gibi öpücük lekesi bırakmam, geçerim tüm sevme testlerini. Yirmi dokuz kupona verilen promosyon neymiş, çekilişsiz kurasız veriyorum sana kendimi. Tüm piyangolarda sana oynadım, çıkmasa da beş kuruşluk ikramiye, sen varken üzülmem hiçbir şeye.
Reklam görüşmesi için gelen bilgisayar firmasının reklam müdürü olan kızla biraz samimi olunca hemen küsüp toplantı biter bitmez ajanstan kaçarcasına gitmiştin. Ben de canın sıkkın olduğunda gittiğin Fatih’teki çay bahçesinde bulmuştum seni. Özür mahiyetindeki notumu verip barışmanın eşliğinde sıcak çaylarımızı yudumlamıştık:
Küsmüşsün ya sen bana, geldi menekşeler koklaştığımız ağacın altına, barıştıracaklarmış bizi işbirliği yapıp kuşlarla. Yoksa gökyüzü durmadan gözyaşı dökecekmiş, dünyayı basacakmış sel, tufan… Balıklar firar edeceklermiş denizlerden, tuzu kalacakmış bir tek martılara. Kokmayacakmış karanfiller, ayrılığımızın inadına. Ne kadar dediysem de dinletemedim, bizim küsmemiz barışma numarasıyla daha çok sarılmak içindir diye.
Devrimcilerin aşkları diye bir gazete yazısı okumuştuk bir pazar. Tam sayfa bir pazar eki haberiydi. Gazetenin kenarındaki beyaz alana yazıp vermiştim bunu sana. Şimdi o gazete parçası elimde duruyordu:
Sana bir sır söyleyeyim mi? Şu hayatta bir şey öğrendim: en büyük devrim seni sevmekmiş. Kapitalizm, sosyalizm hepsinden geçtim, şimdi sensizim. Bir ihtilal hazırladım başkaldırıp yalnızlığa, sarılacağım sana ilk kavuşmamızın bildirisini yayınladığımda. Musab, Che, Malcolm, Deniz, Mayakovski bizi görseydi kesin devrimci selamı verirdi. Sana bir sır söylüyorum bak seviyorum seni deli gibi, söylemezsin kuşlara değil mi?
Neden, niçin yazdığımı ya da yazdığını anımsayamadığım notlar da vardı. Hafızamın içinde senin gidişinin sancılı olmasının hatıraları dururken, bu post-itleri unutmak pek acı gelmemişti bana. Belki de ben öyle zannediyordum. Bir gün bu post-itler kalbime vura vura yaralarımdan nice irinler fışkırtacaklardı.
***
Gizemini çözdüm bu define haritasının, senmişsin meğer şifrelenilen içine. Gözlerin inciymiş gözkapaklarının arasında, ağladıkça büyüyen. Saçlarına dizilirmiş elmaslar, yakutlar ay ışığında parlayan. Tek taş gibi konmuş yüzüne burnun, aynalarda güzelliği ortaya çıkan. Kaşıkçı elmasından daha değerlidir yanakçı elmasın. Gamzelerinde saklıymış kâf dağının zümrütleri. Kaldır ellerini bu bir soygundur, yanağından öpmeye geldim seni.
***
Neden durmaz kuşlar kırmızı ışıkta? Hiç başını kaldırıp yeşil yanmış mı diye bakmaz kaplumbağalar sahile koşarken. Karşıya geçerken hangi kelebek bakar sağına soluna? Koşarken bir ceylan ne zaman söyler üstünden geçen kartala, fazla hız yapma! Sıkıysa ceza kessin ormanların aslanı, radara yakalanmış bir kaplana. Hangi gül bakar pembe rujum akmış mı diye aynaya? İşte sevgilim böyle özgürüm ben de seninle, aşkın tüm yollarında.
***
Ey doktor, gel de ruhumun dizine vur, kanatlanayım aşkın refleksiyle. Gönlüme bir röntgen çekip baksan yaram var mı derinlerde. Stetoskobu dayayıp göğsüme, dinlesen bir ney gibi inleyen kalbimi. Dertlerime devan varsa yaz reçetemi. 100 mg mutluluk, 100 mg huzur yaz ey doktor, yatılıya bırakma beni. Kalırsam sadece yıldızları alırım refakatçi. Hem SSK ödemez ise bunları, ödetir elbet güller bir buse ile beni bu derde salana.
***
Matematiği gözlerinden öğrendim ben. İki kere baktın, iki kere yandım; dört gözle bekledim sayılar evinde. Türkçe’yi dudakların öğretti bana. “Seni” dedi, “Seviyorum” dedim, sarıldım sana harfler diyarında. Kimyayı öğrenemezdim ellerin olmasa. Isındım, çözüldüm, havaya karıştım ellerini tutunca. Sınıfı geçtim mi söyleyemedi kuşlar. Diplomayı sen versen bir öpüşle, kızarsa yanaklar.
***
Pazartesi gözlerindir, salı ellerin, çarşamba saçların, perşembe yanakların. Pazardır adı kucağında yatmanın. Ocak kalbindir, şubat kirpiklerin, mart omuzlarındır, nisan parmakların... Aralıktır adı, beni öpen dudaklarının. Velhasıl sevgilim, günüm sensin ayım sen. Takvim yaprakları gibiyiz senle ben. Sensiz nasıl yaşayamam bir bilsen, bir bilsen.
***
Gel yağmurda ıslanalım seninle. Yağan yağmurlar dişi çıkan bir bebeğin gözyaşları olsun, okşayalım yanaklarımızı. Yağan yağmurlar annesinden uzakta bir öksüzün gözyaşları olsun, okşayalım saçlarımızı. Gel yağmurda ıslanalım seninle. Yağan yağmurlar ayrılmış iki sevenin gözyaşları olsunlar, sarılalım birbirimize. Gel yağmurda ıslanalım seninle. Yağmur sonrası içimize dolsun bir mutluluk, dolaşalım gökkuşağını el ele.
***
Sen misin geldiğinde camıma tıklayan kuş gibi canıma tıklayan? Kapımı açtığımda rüzgar gibi yüzüme dokunan serinlik sen misin? Sen misin ağladığımda gözyaşlarımı kurulamak için beyaz mendilini alıp gelen kardelen çiçeği? Sen misin saçlarıma değip geçen gökkuşağı gibi rengârenk gülümseyen? Sen misin bir çocuğun kanayan dizini öpen anne gibi şefkatli öpen beni? Sen misin gönlüm seni ararken bir ağacın arkasına saklanan?
***
Yaşadığım günlerden bir şey öğrendim. Doğan güneşten, batan aydan, geceleri parlayan yıldızlardan ve tüm insanlardan bir şey öğrendim. Başını okşadığım çocuklardan, dayak yediğim adamlardan, düştüğüm kuyulardan öğrendim Yusuf gibi yalnız olduğumu. Asıldığım çarmıhlardan öğrendim İsa gibi sırtımdan vuranların dostlarım olduğunu. Ve hiç konamayan kuş misali yeryüzünün tenhasında seni aradığımı.
***
Sevmek bir ömürse kaybetmek bir anmış. Beklemek gelir geçer ise özlemek iyileşmeyen yaraymış. Gülmek gün doğumu ise ağlamak kıyametmiş. Bu bana ders oldu, yaşamak dediğin bir kalbe müebbet yatılı kalmak imiş...
***
Belki hiçbir resmi evrakta isimlerimiz yan yana gelmedi ama gayri resmi bir çok hayalde ben seninle aynı yastıkta öldüm…
Adem Özbay
0 yorum:
Yorum Gönder
Sensiz kelimelerin sesi olduğun için teşekkürler...