Düşünüyorum da, nerede yanlış yapıyoruz.
Bizden bir iki kuşak önceki büyüklerimiz bu sevmeyi ne de
güzel beceriyorlardı. Hepimizin anneanneleri, babaanneleri, dedeleri evlerinde
mutlu mesut yaşayarak öldüler. Teknolojik imkânlardan yoksun, çoğu zaman
parasız pulsuz yaşamalarına rağmen hayatlarından sevgi ve dayanışma hiç eksik
olmadı.
Anneme sordum bu aklıma gelince:
-“Anne bizim köyden dedem ve ninem yaşındakilerden
boşananlar oluyor muydu?”
Annem sanki ona dinozorlarla ilgili bilimsel bir soru
sormuşum gibi irkilerek ve biraz tepkili bir şekilde:
-“Ne boşanması kızım, bizim büyüklerimiz bir kocaları askere
gidince ayrılırlardı bir de mecburen gurbette çalışmaya giden olursa. Yoksa
onlar ömür boyu birlikte yaşarlardı, mezarları da hepsinin yan yana olurdu.”
Kendisi de zaten yıllarca babamdan her türlü ezayı cezayı
çekmesine rağmen yine de onun yanından hiç ayrılmamış, ne yaşarken ne de
öldükten sonra arkasından tek kötü laf söylememiş ve söyletmemişti.
Annem bize dokundurmayı da ihmal etmedi tabi hemen
arkasından:
-“Eee şimdiki nesil gibi göçmen kuşlar değildi onlar, bir
gün oradan bir gün buradan olmazdı gönülleri. Ölene kadar beraber yaşarlardı
yuvalarında. Aynı kaptan yerlerdi, aynı sobada ısınırlardı, aynı çiçeği
birlikte sularlardı, evlerinin önünde kedileri köpekleri eksik etmezlerdi,
yaşayan tüm canlıları severlerdi. Maşallah siz şıpsevdi oldunuz çıktınız,
nerden öğrendiyseniz?”
Ne kadar haklıydı.
Onun bilmediği ise bize bunları modern zamanların öğrettiği
idi. Hepimiz üniversite için memleketlerimizden, ailelerimizden uzak yerlere
savrulmak zorunda kalmıştık. Zaten ortaokul, lise derken gündüzleri de
evimizden uzak kalmıştık. Bizim kafamıza doldurdukları saçma sapan bilgiler
bizi sevgiyi bilemez, sevgiyi yaşayamaz hale getirmişti. Ne faydası var köy
heyetinin görevlerinin bize şimdi, ya da intregalin, ya da suyun kaynama
derecesinin. Bu sistem gereksiz bilgilerle beynimizi patates çuvalı gibi
doldururken gerçekten bize gerekli olan hiçbir bilgiyi bize vermedi. Ailemizden
almamıza da müsaade etmedi, savurdu bizi memleketin dört bir yanına. İşte biz
oradan kalma bir alışkanlık olsa gerek böyle göçmen kuşlar gibi olduk. Aşkta
da, sevgide de bir türlü yerimizde duramıyoruz.
Annem ne güzel özetlemişti:
Yuvada beraber
yaşamak! Evet biz yuvamızda bile beraber olamıyoruz ki, televizyon, bilgisayar,
internet, Facebook derken sanki birbirini hiç tanımayan ve hiç bilmeyen
yabancılar gibi yaşıyoruz aynı odalarda. Yemek yerken, uyurken birbirimizi
görebilirsek ne ala. Durmadan koşuşturmak, durmadan bir yerlere yetişme telaşı
ve hiç bitmeyen istekler, arzular. Tüm bunlar uğraşırken evimizi dahi
unutuyorduk. Orada gönül gönüle yaşanması gerektiğini.
Aynı kaptan yemek!
Bunun ne kadar güzel ne kadar özel olduğunu şimdi ne kadar da çok iyi
anlıyorum. Aynı kaptan yemek aynı vakitlerde sofranın başında toplanmak
demekti. Aynı kaşıkları, aynı ekmek dilimini, aynı tabağı paylaşmak demekti.
Aynı kaşıkların daldırıldığı tabaklarda belki tükürüğünü bile paylaşmaktı. Ama
o tükürük bile karşılıklı sevgi taşıyordu. Birinin içindeki sevgiyi alıp
öbürüne taşıyordu. Aynı bardaktan su içiliyordu, çoğu zaman yarısını adam
yarısını kadın içerdi bir bardak suyun.
Aynı sobada ısınmak!
Artık kaçımız sobayı hatırlar ki. O soba öylesine güzel bir birleştiricidir ki.
Akşamın soğuğu bastırınca çıtır çıtır yanan odunların seslerine koşardı eşler
ve çocukları. Sobanın başında toplanılır, evde varsa patates, kestane, mısırlar
patlatılırdı. Sonra çocukların uykusu
gelir, sobanın etrafına serilmiş yer yataklarına yatırılırdı. Sonra sobanın ile
duvarın arasındaki boşluğa seccade serilir. Önce evin erkeği sobada ısıdan
sudan abdestini alıp namazını kılardı. Sonra kadın. İnançlarını da o sabanın
yanı başında paylaşırlar, aynı inancı yaşamaktan keyif alırlardı. Sonra eğer gece halvette bulunulmak istenirse
kadın kibarca sorardı: “Bey büyük ibriği de koyayım mı sobaya.” Adam da bazen
eşi sobanın sıcaklığında tesbih çekerken uyuyakalırsa şöyle hafifçe tatlı tatlı
dürter, “Hanım hanım hadi şu büyük ibriği de koy sobaya!” derdi. O gece kadın namaza durmazsa anlar ki özel
günleri başlamıştır kadının. Adam daha narin davranırdı eşine, daha anlayışlı
olurdu. O soba onların arasında böylesine bir işaret dili olurdu, konuşmadan
birbirleriyle anlaştırırdı onları.
Aynı çiçeği birlikte
sulamak! Bütün büyüklerimizin evlerinde köşedeki masalarının üzerinde ve
pencerelerinin önünde mutlaka çiçekleri olurdu. Menekşeler, kasımpatılar,
buhur-u meryemler, sümbüller… Bahçe kapısının hemen bitişiğinde de mutlaka gül
ağaçları olurdu, beyaz, sarı, kırmızı. Beraber sulanırdı bu çiçekler. Bakımları
beraber yapılırdı. Bazen kadının eline dikeni batar, kocası hemen parmağını
emerdi. Emince kanın duracağına inanılırdı. Ama asıl acısını durdururdu
kadının, kocasının emdiği o parmağı akşama kadar diğer parmaklarından ayrı
tutar, mutlaka biraz kaldırarak gezerdi. Aklından çıkana kadar o parmak onun en
kıymetli organı olurdu, en çok onu severdi vücudundan. Çiçeklerden biri öldü mü
sanki çocuklarını kaybetmiş gibi üzülürlerdi, birbirlerini teselli ederlerdi.
Kadın sonra komşulardan yeni bir çiçeğin fidesini bulur, diker ve yeni çiçeğini
akşam kocasına tatlı tatlı anlatırdı. Yeniden bir çocuk büyütme sevdasına
tutulurlar, o çiçek toprağını beğeninceye kadar ve iyice güçlene kadar birlikte
dört gözle, dikkatle, rikkatle sarıp sarmalarlardı. Sonra çiçek büyüdükçe gelen
geçen komşulara gösterirler ve ne zorluklarla onu yeşerttirdiklerini
anlatırlardı hiç bıkmadan.
Evlerinin önünden
kediyi köpeği eksik etmemek! Mutlu eşler için vazgeçilmezdir kediler
köpekler. Mutlaka her evde birer tane bulunurdu. Kedilerin içeri girip sobanın
kenarına kıvrılıp uyuma hakları varken köpekler için evin hemen önüne küçücük
bir kulübecik yapılırdı. Mutlaka sabahları kediye sütü köpeğe akşamdan kalan
yemekten yapılmış yemeği verilirdi. Her sabah kim önce uyanırsa bunları
yapardı. Sonradan kalkan hanım ise “Bey ne yaptın verdin mi hayvanların
yemeklerini?” diye sorardı. Bu soruda sadece kedi köpek olmazdı. Kümesteki
tavukların yemleri, ahırdaki hayvanların samanları da soruya dâhil edilirdi.
Adam da gururla cevap verirdi: “Ooo hanım sen uyurken sobada çayı bile
kaynattım.” Kadın da hemen kahvaltılık yumurtaları kırar, zeytini peyniri
tabağa koyar sofrayı açardı. Bazen içinden kocasına bir kıyak yapmak gelir,
“Bey çorba ister misin, iki dakkada bi çorba karıvereyim sana.” derdi. Adam
içeceği yoksa bile hanımın bu jestine “Hay ellerin dert görmesin hanım, ne
güzel gider şimdi.” diyerek şükranla, teşekkürle cevap verirdi. Hayvanlar hiç
ihmal edilmez. Misafirliğe gidilecekse bile kalınmaz, hep “Evde hayvanlar var,
telef olmasın garibanlar.” diyerek akrabaların “kalın” ısrarları geri
çevrilirdi. Birde kedi ve köpeklere kızıldı mı, bağırıldı mı bilinirdi ki
aslında eşini kızdıracak bir iş yapmıştır kadın yâda koca. Ama kimse birbirine
kızmaya kıyamazdı bunun yerine kediye ve köpeğe kızılırdı. Onlarda kuyruklarını
kıstırıp kös kös yerlerine çekilirdi. Akşam olunca bir kahve içilir dertlerde
unutulurdu.
Yaşayan tüm canlıları
sevmek! Büyüklerimiz sadece hayvanları değil tüm canlıları severdi. Her
varlık onlar için bir insandı. Gereksiz ağaç kesmezlerdi, gereksiz toprağa
kazma bile vurmazlardı. Onların sevgili insana, doğaya, yaşama o kadar
yayılmıştı ki sevmenin tüm tezahürlerini, tüm inceliklerini kavramışlardı. O
yüzden güzel sevebiliyorlardı. O yüzden ince insanlardı. Sevgileri hem onları
hem çevrelerindeki tüm varlığı neşelendirirdi.
Annemin bu sözleri ne kadar çok kelime yazdırdı bana.
Güzel günlere, o mutlu mesut insanların zamanlarına gitmeyi
istedim. Mutlu olmak ya da mutlu yaşayan inşaları görmek için zaman makinasının
icadını beklemek ne kötü.
Senle yaşayabilseydik tüm bu güzellikleri, kalbimiz bize bir
zaman makinası olurdu, hep giderdik mutlu insanlar ülkesine değil mi?
Bu dünya üzerinde çok ülke varda, acaba mutlu insanlar
ülkesi hangi dünya üzerinde. Bu peş para etmez eğitim sisteminin bize öğrettiği
hiçbir atlasta bulamadım ben onu.
Adem Özbay
0 yorum:
Yorum Gönder
Sensiz kelimelerin sesi olduğun için teşekkürler...