Senin Kayahan’dan ‘Bir Aşk Hikayesi’ şarkısını “Hadi bizim şarkımız
olsun.” deyişine çok şaşırmıştım. Tuhaftı, 1-2 şarkısı hariç dinlemezdim
onu, hele Nilüfer’le “Senin şarkın, benim şarkım, yok benim şarkılarımı
söyleyemezsin.” muhabbetinden sonra pek hazzetmiyordum. Sen öyle
deyince aklıma bir şeyhin hikâyesi gelmişti.
Şeyhin biri müritleriyle birlikte yolculuk yaparken birden arabayı sağa çekmelerini ister. Müritlerine arabada kalmalarını söyleyip kendisi küçük bir tepenin oraya çıkıp gelir. Bu olay müritlerin arasında hızlıca yayılır. Herkes adeta Kabe’yi ziyaret eder gibi o tepeyi ziyaret etmeye başlar. Zira şeyh orada diğer büyük evliyalar ile görüşmüştür. Hatta işi ileri götürenler peygamberle, hatta hatta Allah’la görüştüğünü iddia eder olmuşlardır. Bir süre sonra durumdan haberi olan şeyh kızar ve müritlerini fırçalar:
“Saçmalamayın ben oraya işemeye gitmiştim.”
Şeyh uçmaz, mürit uçurur derler ya, aşk da insanı böyle uçuruyordu işte. Hiç sevmediğiniz bir müzisyenin saçma sapan bir şarkısını “aşk şarkınız” olarak ilan ediyorsanız, aşk sizi uçurmuş demektir.
O zaman güzel olan bu durum şimdi bana tam da bir eziyet vesilesiydi. Ne zaman bir Kayahan şarkısı duysam şak diye kalbime bir acı saplanıyordu. Hele beni Facebook’ta bir Kayahan şarkısına ekleyen arkadaşları gırtlaklayasım geliyor. Bir süre sonra “Acaba bu senin arkadaşın mı, bunu sen mi gönderttin?” diye düşünür dururdum. Neyse ki zamanın her şeye ilaç olduğu gibi kalbime ilaç olan unutturma nimeti bende de işe yaramaya başlamıştı.
Yaşamak bir hikâyeler bütünüydü. Hikâyeniz varsa yaşadığınızı anlayabiliyordunuz. Çocukluğumuz, ilk aşkımız, ilk sevişmemiz bizim en özel hikâyelerimizdi ve onları hiç unutamıyorduk. Yaşamamızın besini de bu hikâyeler değil miydi? Sonra okul arkadaşlıkları sonra askerlik anıları hikâyelerimize yeni hikâyeler katıyordu.
Seni hatırlamak uzun bir hikâye benim için. Kendimi Âlice gibi bir harikalar diyarında hissettiğim bir hikâye değil elbette ki. Öyle de olsa ben bir Robin Hoodvari, senin ruhunun bedeninin ve kalbinin zenginliğinden alıp kendi fakirliğime kattığım için mutluyum. Sen o kadar çok büyüktün ki, bir okyanustan bir damla kadardı senden içime çektiklerim.
“Bir gün ben ölsem beni nasıl anardın?”
“Anamazdım çünkü ben de ölürdüm.”
“Hadi bırak bunları şimdi, milyonlarca sevenin sevdiği öldü, hiç sevdiğiyle birlikte ölen görmedik. Çin imparatorlarının ölünce diri diri gömülen cariyeleri hariç.”
“Nerden bileyim ben ne yaparım nasıl anarım. Hem nasıl bir soru bu, ben sana sorsam cevap verebilecek misin?”
“Tabi ki veririm neden vermeyeyim, ölüm de yaşamak gibi sevmek gibi hayatın bir gerçeği.”
“Eeee sen söyle bakalım çokbilmiş sevgilim, sen nasıl anacaksın beni?”
“Tatlı bir adam. Pek kendine dikkat etmeyen sanki biraz hayattan bıkmış, tavla oynarken yenilmeye dayanamayan, zeki, yaratıcı, en sevdiğim huyu hiç yemek seçmemesi olan sevdiğim bir adamdı, derim.”
“Hadi be, bu kadar mı yani?”
“Ne kadar olmasını istiyordun arkandan roman mı yazacaktım?”
“Yazma da, yani 3-4 cümlecik de olmaz ama değil mi?”
“Bence senin beni anlatacak o kadar cümlen bile yok!”
Kesinlikle vardı. Senin yüzüne karşı hiç söylemedim onları. Hep içimde kaldı boğazımda düğümlendi. Sen en son giderken bana “Sevgimi helal etmiyorum.” demiştin. Sonra haber göndermiştin, bir mesajında yazmıştın “Helal ettim.” diye. Ama ben o helal edilmiş hakkı üzerime hiç almadım. Tedirgin kalayım istedim. Hikâyemde bir mahcupluk, bir üzgünlük, bir kırılmışlık olsun istedim. Öyle olmasaydı, gelip geçen bir kuş kadar akıp giden bir ırmak kadar bir hikâyen kalacaktı bende. Şimdi satırlara yetiremediğim, sayfalara sığdıramadığım kadar çok hikâyeyiz biz. İşte bizden bana kalan ve “iyi ki kalmış” dediğim buydu.
Hem bir varmış bir yokmuş diye bir masaldık senle biz. Bir vardık o zaman seviyorduk, bir yoktuk o zaman birbirimizden gitmiştik. Bir masaldık çünkü o pis cadının zehirli elmasından yemiştik. Uyuyakalmıştık ayrılık uykusunda. Sen benim prensesim olacaktın ben senin beyaz atlı prensin. Meğer krallık kaldırılmış aşk ülkesinden, cumhuriyet gelmiş yerine, ne kral kalmış ne prens. Ama sen her zaman prensessin benim için, çünkü benim ülkem hala krallıkla yönetiliyor, senin hem kral hem prenses olduğun bir ülkenin vatandaşıyım ben.
Sen benim masalımdın, annemden babamdan ninemden dedemden ya da Adile Naşit’ten ya da Türk Telekom’un 166 masal hattından dinlediğim değil, kalbimden dinlediğim bir masaldın.
Kalbim sustu mu sanıyorsun, sen Kaf dağlarına göçünce bu masal biter mi sandın?
Adem Özbay
Şeyhin biri müritleriyle birlikte yolculuk yaparken birden arabayı sağa çekmelerini ister. Müritlerine arabada kalmalarını söyleyip kendisi küçük bir tepenin oraya çıkıp gelir. Bu olay müritlerin arasında hızlıca yayılır. Herkes adeta Kabe’yi ziyaret eder gibi o tepeyi ziyaret etmeye başlar. Zira şeyh orada diğer büyük evliyalar ile görüşmüştür. Hatta işi ileri götürenler peygamberle, hatta hatta Allah’la görüştüğünü iddia eder olmuşlardır. Bir süre sonra durumdan haberi olan şeyh kızar ve müritlerini fırçalar:
“Saçmalamayın ben oraya işemeye gitmiştim.”
Şeyh uçmaz, mürit uçurur derler ya, aşk da insanı böyle uçuruyordu işte. Hiç sevmediğiniz bir müzisyenin saçma sapan bir şarkısını “aşk şarkınız” olarak ilan ediyorsanız, aşk sizi uçurmuş demektir.
O zaman güzel olan bu durum şimdi bana tam da bir eziyet vesilesiydi. Ne zaman bir Kayahan şarkısı duysam şak diye kalbime bir acı saplanıyordu. Hele beni Facebook’ta bir Kayahan şarkısına ekleyen arkadaşları gırtlaklayasım geliyor. Bir süre sonra “Acaba bu senin arkadaşın mı, bunu sen mi gönderttin?” diye düşünür dururdum. Neyse ki zamanın her şeye ilaç olduğu gibi kalbime ilaç olan unutturma nimeti bende de işe yaramaya başlamıştı.
Yaşamak bir hikâyeler bütünüydü. Hikâyeniz varsa yaşadığınızı anlayabiliyordunuz. Çocukluğumuz, ilk aşkımız, ilk sevişmemiz bizim en özel hikâyelerimizdi ve onları hiç unutamıyorduk. Yaşamamızın besini de bu hikâyeler değil miydi? Sonra okul arkadaşlıkları sonra askerlik anıları hikâyelerimize yeni hikâyeler katıyordu.
Seni hatırlamak uzun bir hikâye benim için. Kendimi Âlice gibi bir harikalar diyarında hissettiğim bir hikâye değil elbette ki. Öyle de olsa ben bir Robin Hoodvari, senin ruhunun bedeninin ve kalbinin zenginliğinden alıp kendi fakirliğime kattığım için mutluyum. Sen o kadar çok büyüktün ki, bir okyanustan bir damla kadardı senden içime çektiklerim.
“Bir gün ben ölsem beni nasıl anardın?”
“Anamazdım çünkü ben de ölürdüm.”
“Hadi bırak bunları şimdi, milyonlarca sevenin sevdiği öldü, hiç sevdiğiyle birlikte ölen görmedik. Çin imparatorlarının ölünce diri diri gömülen cariyeleri hariç.”
“Nerden bileyim ben ne yaparım nasıl anarım. Hem nasıl bir soru bu, ben sana sorsam cevap verebilecek misin?”
“Tabi ki veririm neden vermeyeyim, ölüm de yaşamak gibi sevmek gibi hayatın bir gerçeği.”
“Eeee sen söyle bakalım çokbilmiş sevgilim, sen nasıl anacaksın beni?”
“Tatlı bir adam. Pek kendine dikkat etmeyen sanki biraz hayattan bıkmış, tavla oynarken yenilmeye dayanamayan, zeki, yaratıcı, en sevdiğim huyu hiç yemek seçmemesi olan sevdiğim bir adamdı, derim.”
“Hadi be, bu kadar mı yani?”
“Ne kadar olmasını istiyordun arkandan roman mı yazacaktım?”
“Yazma da, yani 3-4 cümlecik de olmaz ama değil mi?”
“Bence senin beni anlatacak o kadar cümlen bile yok!”
Kesinlikle vardı. Senin yüzüne karşı hiç söylemedim onları. Hep içimde kaldı boğazımda düğümlendi. Sen en son giderken bana “Sevgimi helal etmiyorum.” demiştin. Sonra haber göndermiştin, bir mesajında yazmıştın “Helal ettim.” diye. Ama ben o helal edilmiş hakkı üzerime hiç almadım. Tedirgin kalayım istedim. Hikâyemde bir mahcupluk, bir üzgünlük, bir kırılmışlık olsun istedim. Öyle olmasaydı, gelip geçen bir kuş kadar akıp giden bir ırmak kadar bir hikâyen kalacaktı bende. Şimdi satırlara yetiremediğim, sayfalara sığdıramadığım kadar çok hikâyeyiz biz. İşte bizden bana kalan ve “iyi ki kalmış” dediğim buydu.
Hem bir varmış bir yokmuş diye bir masaldık senle biz. Bir vardık o zaman seviyorduk, bir yoktuk o zaman birbirimizden gitmiştik. Bir masaldık çünkü o pis cadının zehirli elmasından yemiştik. Uyuyakalmıştık ayrılık uykusunda. Sen benim prensesim olacaktın ben senin beyaz atlı prensin. Meğer krallık kaldırılmış aşk ülkesinden, cumhuriyet gelmiş yerine, ne kral kalmış ne prens. Ama sen her zaman prensessin benim için, çünkü benim ülkem hala krallıkla yönetiliyor, senin hem kral hem prenses olduğun bir ülkenin vatandaşıyım ben.
Sen benim masalımdın, annemden babamdan ninemden dedemden ya da Adile Naşit’ten ya da Türk Telekom’un 166 masal hattından dinlediğim değil, kalbimden dinlediğim bir masaldın.
Kalbim sustu mu sanıyorsun, sen Kaf dağlarına göçünce bu masal biter mi sandın?
Adem Özbay
0 yorum:
Yorum Gönder
Sensiz kelimelerin sesi olduğun için teşekkürler...