Hatırlar mısın ben de sana anlatırdım,
kendiminkini değil, beğendiğim sevdiğim adamların öykülerini. İçinde
seks değil sevgi olan hikâyeleri. En çok Lili ve Elsa’nın hikâyesini
severdin. Kaç kere anlatmıştım sana hatırlamıyorum. Hadi bir kere daha
anlatayım, bu son olsun artık:
Mayakovski Rusya’nın istikbal vadeden en yetenekli şairi olarak anılırken içindeki devrimci ruhu uyanır ve genç komünistlerin gizli kahramanı olur. Artık tüm ihtilal yanlısı genç Ruslar Mayakovski şiirleri okuyup votkalarını yudumlarlar ve bol bol devrimci marşları söylerlerdi. İşte böyle günlerin birinde güzel devrimci kız Elsa ile tanışırlar. Tanıştıkları andan itibaren en büyük devrimin aşk olduğuna iman edip delicesine birlikte olurlar. Mayakovski Elsa’ya şöyle yazar:
"Filo bile sonunda limana döner,
tren soluk soluğa koşar gara doğru,
Bense ondan daha hızlı koşmaktayım sana
-çünkü seviyorum-
Bu muhteşem günler fazla uzun sürmez, Çarlık yönetimi baskıyı artırır ve Elsa apar topar Fransa’ya kaçmak zorunda kalır.
Paris’in dar sokaklarının birindeki karanlık bir meyhanede atıp tutan sarhoş bir bohem şairle tanışır. Adı Aragon’dur. Ailesinden kalan servetin son kırıntılarını kemiren bu adamla Elsa delicesine bir aşka tutulurlar. Aragon bu aşk sayesinde dünya şiir tarihine “Elsa’ya Şiirler” adıyla geçecek mısralar bırakır.
Sana büyük bir sır söyleyeceğim. Zaman sensin
Zaman kadındır. İster ki
Hep okşansın diz çökülsün hep
Dökülmesi gereken bir giysi gibi ayaklarına
Bir taranmış
Bir upuzun saç gibi zaman
Soluğun buğulandırıp sildiği ayna gibi
Zaman sensin uyuyan sen şafakta ben uykusuz seni beklerken
Sensin gırtlağıma dalan bir bıçak gibi
Ah bu söyleyemediğim işkencesi hiç geçmeyen zamanın
….
Sana büyük bir sır söyleyeceğim. Korkuyorum senden
Korkuyorum yanın sıra gidenden. Pencerelere doğru akşam üzeri
El kol oynatışından söylenmeyen sözlerden
Korkuyorum hızlı ve yavaş zamandan korkuyorum senden
Sana büyük bir sır söyleyeceğim. Kapat kapıları
Ölmek daha kolaydır sevmekten
Bundandır işte benim yaşamaya katlanmam
Sevgilim.
Elsa ile Aragon mutlu mesut yaşarlarken Mayakovski Lili’nin kollarında huzur bulur. Ve devrim de olmuş, komünistler Rusya’ya hakim olmuşlardır. Fakat Mayakovski’nin şiirleri devrimden sonra hiç okunmaz. Çünkü komünist yönetim için sevgi, merhamet gibi kavramlar çoktan modası geçmiş kelimelerdir. Mayakovski daha fazla dayanamaz ve son mektubunu yazarak intihar eder ve bu dünyadan ayrılır. Mektubunda Lili’ye bir şiir vardır ve şöyle seslenir Lili’sine:
“Lili beni sev!”
Bu hikaye iki aşığın hikayesi olarak sonlanabilirdi. Ama Elsa ve Lili kardeşken nasıl sadece şairlerin ve devrimcilerin aşkları olarak anılabilinir ki?
“Gerçekten Lili ile Elsa kızkardeşmiş mi?” diye büyük ve tatlı bir hayretle sormuştun bunu ilk anlattığımda. Her zaman gözümün önünde o anını canlandırırdım sana anlatırken. Sen her zaman tatlıydın gerçekten çok tatlı.
Söz artık bunu başka kimseye anlatmayacağım. Bu senin hikâyendi. Sana anlatırken Mayakovski olduğum Aragon olduğum bir öyküydü bu. Sen Elsa mıydın Lili mi? Belki de ikisiydin, ikisiydik, kimi zaman Rusya varoşlarında kimi zaman Paris sokaklarında dolaşıyorduk. İstanbul kazan biz kepçe birbirimizi arıyorduk. Bulmuş fakat bulmanın şükrünü eda edemeyip ayrılığın kucağına düşmüştük.
Firida’yı da çok severdin. Bu, acıları ile büyüyen ve ruhunun yaralarını resmeden kadınla kendini özdeştiriyordun mutlaka. Frida şanslıydı aslında resimleriyle ruhunun sancılarını resmedip iyileşiyordu. Bir insanın içinde biriken magmaları akıtamaması ne büyük bir eziyettir, biliyorum. Belki beni de bir Diego olarak anıyorsun şimdi. Onun bununla kalkıp düşen, sanatçı ruhunun gelgitlerine boyun eğen, kimi zaman duygusal bir nehir gibi akan kimi zamansa her şeyi yakıp yıkan bir kasırga. Gerçekten böyle miyim? Şimdi İstanbul’un tüm sokaklarında “Frido ile Dioga” sergisinin afişleri dolaşırken bunu düşünüyorum.
Kasablanka’nın kirli sokaklarında bile tuhaf bir şekilde seninle köşe kapmaca oynuyordum. Huzursuzluğum İstanbul’dakinden daha fazla esir almıştı beni. Bir taraftan işlerin peşinden koşturuyordum bir taraftan da şu içimdeki sıkıntıyı bastırmaya çalışıyordum. Tam Ramazanın ortasıydı. 1-2 gün oruç tutmuştum sonra seferi niyetine tutmamaya başlamıştım. İftar yapacak bir yer bulamıyordum zira. İğrenç yemekleri vardı en lüks restoranlarının bile. Bir mercimek çorbası için 100 dolar vermeye razıydım ama yoktu.
Bir akşam şehrin sahile bakan lüks lokantalarından birine gitmiş, masanın ortasında buharı tutan mis gibi çorbayı görünce Allah’a şükretmiştim. Hemen en büyük tabağı ağzına kadar doldurduktan sonra ezanı beklemeye başlamıştım. Mercimek çorbası niyetine iştahlı iştahlı beklerken ezanla birlikte çorbayı ağzıma almam ve tükürmem aynı anda olmuştu. Nasıl iğrenç bir yemekti anlatamam. Yapılışını sonradan öğrendiğim, kuru baklayı ezip içine Fas’a ait otların katıldığı bu yemeğin tadı resmen zift gibiydi. Artık pes etmiş ve sahilin en güzel yerine kurulmuş olan Mc Donalds’ın hamburgerlerine talim etmiştim.
Kasablanka’da belki ruhumun dinlendiği en güzel an, sıcak bir ramazan gecesinde o müthiş kalabalığı görüp takip etmemle başıma gelmişti. Sanki bir film karesinin ortasında kalmış gibiydim. Caddelerden sokaklardan durmadan beyazlara bürünmüş insanlar hızlı adımlarla tek bir yöne doğru yürüyorlardı. Onları takip etmeye başlamıştım. Uzaktan ‘Hasan 2’ camisinin minaresini görünce bu insanların camiye gittiğini anlamıştım ama neden bu kadar çok kişi toplanmıştı. Kadir gecesi değildi, olsa bile İstanbul’da Eyüp Sultan’da en kalabalık mübarek gecelerde bu kadar insan olmuyordu.
Hasan II Camisi İslam dünyasının en büyük camilerindendi. Şimdiki kralın babası tarafından yaptırılmış ve milyar dolarların harcandığı muhteşem bir camiydi. Dediklerine göre Amerika’nın Özgürlük heykelinin tam karşısına yapılan bu cami için kral yıllarca vergi toplamıştı. Yahudilerden bile toplanan bu vergilere kızan halk da camiyi bir türlü sahiplenmemişti. Gerçekten de normal namaz saatlerinde camide çok az kişi vardı.
O gece camiye yaklaşıkta muhteşem bir sesin okuduğu Kuran kulağıma çarpmıştı. Gerçekten çok güzeldi. Kendimi tutamadım ve camiye girdim. O kocaman caminin içi tıklım tıklım dolmuş devasa avlusunda bile adım atacak yer kalmamıştı. Kendime güç bela bir yer buldum. Okyanusun hemen kıyısında yapılmış caminin avlusunda bir taraftan vuran dalgaların sesi bir taraftan o güzel sesli hafızın okuduğu kuran beni İstanbul’un kıyılarına kadar taşımıştı. Tatlı bir esintiyle yanı başıma gelmiştin, saçlarımı okşuyordun, yanağımı öpüyordun. Gözlerimi kapatıp uzun süre kalakaldım orada. Nice sonraları insanlar yine bir film karesinden fırlar gibi caddelere sokaklara doluştular. Yarım saatten fazla bir süre insanları seyrettim. Arkamda okyanus, önümde insan seli, içimde kahrolası yalnızlığım vardı. Allah’ı ancak o zaman anlamıştım, onu büyük yapan yalnızlığıydı.
Bir sonraki gün Türklerle buluşup sohbet edince işin aslı ortaya çıkmıştı. O gece kral o camiye gelmişti ve Mısır’dan gelen dünyanın en güzel sesli hafızı Kur’an okumuştu. Kral ve kraliçe yılda bir defa Ramazan gecesinde gelip orada Kur’an dinleyip ibadet ederlermiş. Onlardan birine denk gelmek benim için eşsiz bir deneyim olmuştu. Kaçımıza bir kralla aynı camide bulunmak nasip olur ki?
Sonraki günlerde Merakeş, Rabat, Tanca başta olmak üzere birçok Fas şehrini gezmiştim. Sel baskınından dolayı trende mahsur bile kalmış kendi çapımda ufak maceralar yaşamıştım. Türkiye’den gelenlerle bir türlü aynı frekansları tutturmadığımız için hiç dostum olmamıştı orada. Akılları fikirleri karı kızda olan böyle bir millet olabilir miydi? Bazıları işi azıtmış grup seksler, ilkokul çağındaki kızlarla birlikte olmaya başlamışlardı. Oldukça düşük gelirli olan Faslılar için 40-50 dolar büyük bir paraydı. Buradaki dejenere olmuş kadın ve kızların doluştukları kafelere gittiğinizde hemen böyle kızlar bulmanız mümkündü.
Orada Türkiye’den geldiğimi söyleyince Müslüman olup olmadığımı soran Faslılara ne kadar şaşırdığımı hatırlıyorum şimdi. Uzun süre Fransız işgalinde kalan bu toprakların insanları bizi başta Ermeniler olmak üzere Müslümanları kesip doğrayan barbar bir millet olarak tanıyorlardı. Müslümanım deyince yüzüme hayretle bakakalıyorlardı.
Orda tanıştığımız taksici Hasan, Türkiye’de 5-6 sene kalmış Türkçeyi çok iyi biliyordu. Durup dururken Atatürk’ün bildiğimiz o ince sesini taklit ederek “Fas insanı zekidir.” demesi ve yolda giderken camı açıp “Mardinli misin kardeşim sen?” diye bağırması Kasablanka’nın en eğlenceli yanlarıydı. Bir akşam bizi büyük bir caminin önüne getirmiş “Hadi abi midye dolma yemeye.” deyince bir İstanbul nostaljisi yaşayacağımız için sevinmiştim. Ama cami kapısında bağıra bağıra satış yapan adamın yanına varıp tepsisindekileri görünce kusmamak için kendimi zor tutmuştum.
Adam haşlanmış salyangoz satıyordu. Camiden çıkanlar da ağızlarına hop bir tane atıp devam ediyorlardı. Şu kültür farkı nasıl inanılmaz bir uçurumdu o zaman daha iyi anlamıştım. Bir salyangozu haşlayıp sonra şeker gibi yemek bizlerin asla yapamayacağı bir durumken Faslılar için tam bir yemek şöleniydi. Evet Türk filmleri aksini söylese de zenginle fakirin aşkı olamazdı, ben bunu bu salyangoz olayından sonra tam anlamıyla anlayabilmiştim.
Kasablanka’da işler 20 gün kadar sürmüştü. Artık İstanbul’u, ajansımı, evimi ve seninle köşe kapmaca oynamayı özlemiştim. Havaalanında oraya belgesel çekmek için gelen Hakan Albayrak’la karşılaşmak ve uzun uzun TV, reklam ve film dünyası hakkında konuşmak da Fas’ın bana son sürprizi olmuştu. THY ile Fas Havayollarının ortak seferinde İstanbul’a doğru gelirken yanımda yolculuk eden bir zenci kadının güzelliği karşısında şaşırmıştım. Kucağında 2-3 aylık bebeğiyle tatlı tatlı yolculuk yapan bu kadın anneliğin tüm renklerde güzel olduğunu söylemişti bana. Bizim en çok hayalini kurup sonra avucumuzu yaladığımız bu çocuk sahibi olmak düşü bende çocuklara karşı inanılmaz bir duyarsızlık geliştirmişti.
Önceden nerde bir bebek nerde bir çocuk görsem sevmeden duramazdım. Ufak kardeşlerimi de büyüttüğüm için çocuk sevgisi bende küçük yaşlarda başlamıştı. Şimdi kıskançlıktan mı yoksa sahip olamayacağım duygusundan mıdır bilmiyorum o içimdeki çocuk sevme canavarı öldü gitti. Seninle bir çocuğun sahibi olabilseydik hiç yorulmadan severdim mutlaka onu, sabahlara kadar sallar, mamasını hazırlar, altını değiştirirdim. Gecenin ortasında birden avazı çıktığı kadar bağırdığında “Sen uyu canım ben hallederim.” derdim sana. “Amma da salladın.” dediğini duyar gibiyim, denemedin ki nasıl bilebilirsin?
“Bu nasıl bilebilme” değil midir bizim hayat boyu ümüğümüzü sıkan endişeli soru. Birlikte nasıl yürütürdük, evlensek nasıl olurdu, çocuklarımız kime benzerdi, ihtiyarlığımızda neler yapardık. Bu soruların cevapları yaşanarak verilecek türden cevaplar değildi. Çünkü yaşamak bir cevap değil sorunun kendisiydi. Bir öpücükle uyuyan güzel uyanabiliyorsa, bir kılıçla Malkoçoğlu 10 kişiyi öldürebiliyorsa, Keloğlan padişahın kızını alabiliyorsa bu hayat bir masaldı, bu hayat cevabı soru olan bir bilgi yarışmasıydı. Bizim şıklarımızda hep ayrılık hep yalnızlık, hep hasret vardı. Öyle bir numaradan sınava tabi tutulmuştuk ki bilmek bilmemekten daha büyük acı veriyor, her soruyu bilen en çok kaybeden oluyordu.
İstanbul’a indiğimde bir filminde Şener Şen’in toprağı öpmesi gibi ben de havayı öpmüştüm. Çünkü o havada senin saçlarına değen rüzgâr vardı. O havada senin dudaklarından çıkan bir nefes vardı. O havada teninden yayılan kokunun mis gibi rayihaları vardı. Havayı içime çektim, çektim ve senin hayaletlerinle tekrar savaşmak tekrar yüzleşmek için, gelen ilk taksiye el ettim. Hoş gelmiştim İstanbul, sen hiç hoş eylemesen de gönlümü.
Nedim’in beni her asık suratlı gördüğünde yurtdışına şutlama merakı bir türlü bitmedi tabiî ki. Moskova, Paris, Kasablanka hattına sonraları Venedik ve Floransa da eklendi. Beni sensizliğin afakanları bastığında “İçin açılır.” diyerek her yerini sular basmış Venedik’e gönderdiğinde yine de İstanbul’un sularını özlemekten kendimi alamadım. Hiç dönmemek üzere gittiğim Floransa’nın o taş binalarının arasında son ses İbrahim Tatlıses dinleyen dönerci Diyarbakırlı ustanın dediği gibi: “Alışamadım gurban buralara, ilk fırsatta döneceğim memlekete.”
Her gidişimin mutlaka gelişi vardı. Bazen uzaklaşmak iyi gelse de, bazen daha çok yorulmuş hırpalanmış bir halde ayak basıyordum İstanbul’a. Nedim pes etmese de ben pes etmiştim:
“Tamam bundan sonra adam olacağım, artık şu dışarıdan iş almayı bırak.”
“Söz mü?”
“Söz valla, yoruldum oğlum be, memleketimizin işlerini yapalım.”
“Bir şartla.”
“Off, neymiş o şartın?”
“Hemen kendine bir kız bulacaksın.”
“Ne oğlum bu manavdan elma mı alacağız?”
“Valla bilmem, yoksa sana yol gözükür Çelebi efendi.”
“Tamam lan, şu yeni web sitesinin reklamını hazırladığımız yayınevindeki yönetici kız yemeğe davet etti beni. Onunla takılacağım biraz.”
“Hah şöyle nihayet adam olacaksın lan sen, eşek seni, dün bir bugün iki lan, ne çabuk ayarttın kızı sen?”
“Ayarttığım falan yok olum, toplantı sırasında birkaç cümle karalamıştım, onu okumuş ben çay almaya gittiğimde, oradan söz açıldı, yemeğe kadar geldi işte.”
“Heyt be koçum, işte budur be, sen bizim yüzyılımızın Kazanovası olacak adamdın, gittin aşk meşk deyip içine ettin zevki sefanın.”
“Tamam kardeşim uzatma, artık gitmek yok, kızsa kız, işse iş.”
“Oley, oley, oley.”
Nedim üç kere oley çekti mi keyfi tam gıcır demektir. Ben de onun keyfini bozmamak için elimden geleni yaptım sonraki günlerde. Yönetici kızın adı Simge’ydi. Çok değil ikinci yemekten sonra eve gelmiştik kendimizi yatakta bulmuştuk. Berrin’den uzun bir süre sonra soğuk bir İstanbul akşamında soğuk bir sevişmeydi. Ama alışmam ve bu lanet dünyada ayakta kalmam için gerekliydi.
Simge enteresan bir kızdı. Hiçbir zaman onun olamayacak bir kalbim olduğunu biliyordu. Ama bundan gocunmak bir tarafa tuhaf bir haz alıyor gibiydi. Her akşam bir yerlere gidip dolaşıyorduk, yiyip içip birlikte oluyorduk. Acı acıyı bastırırlarmış derler ya, aslında bu ilişki bana acı verdiği halde seninle olan acımı bastırmıştı. 2-3 ay içinde daha rahattım, İstanbul’da seni bulma arayışımı iyice unutmuştum. Sinema tiyatro derken bir de hafta sonları uzun kahvaltılara gidiyorduk Simge’yle.
Senden bana en çok kalan gün pazardı. Çoğu Pazar çaydanlığı masaya koyma sesinle uyandığımda yatağa gelir beni öper “Bugün Pazar, beni ilk kez güneşe çıkardılar.” diyerek Nazımca uyandırırdın beni. Nazım Hikmet’in bir hapishanede yazdığı bu mısrayı sonraları bilerek mi bana fısıldıyordun diye düşünmedim değil. Sen gittiğinde kocaman bir hapishaneye dönen bu dünyada her Pazar gözlerimi açar açmaz hep “Bugün Pazar, beni ilk kez güneşe çıkardılar.” sesini duyacağım korkusuyla çıkarırdım başımı yorgandan.
Uzun pazar kahvaltılarımız, evin hemen altındaki süt ürünleri satıcısından aldığımız taze kaymak ve karşıdaki fırından aldığımız taze ekmekle taze tatlar bıraktı damağımda. Okuduğum pazar gazeteleri ve seninle upuzun süren pazar sevişmelerimiz. Hepsi bedenimde, ruhumda, kalbimde iz yaptı. Eğer Simge’nin pazarları ve alternatif izler bırakan planları olmasaydı belki de hayat boyu pazar sendromundan kurtulamayacaktım. Her çalışanın Pazartesi sendromu diye haftanın ilk iş günü çektiği o lanet iç sıkıntısı bende pazarları işbaşı yapacak ve hiçbir pazarım ‘Pazar’ olmayacaktı.
Simge bir doktor gibi tedavisini yaptı ve gitti. Ailesinin evlenmesini istediği gençle evleneceğini söyleyerek veda etti bana. Eğer birisine şükran duymam gerekirse kesinlikle duyacağım tek kız olarak hatıralarımda şimdi. Onun anne baba şefkatinin ortasında bir merhametle yanımda olması, kalbime talip olmadan bana eşlik etmesi bir erkek için minnettarlık duyulması gereken bir vasıftı. Sonraları beraber olduğum çoğu kız ilk yatak macerasından sonra beni tapulu mal olarak görüp sabaha değişmiş biri olarak uyandı yanı başımda. Tuhaf bir çelişkiydi bu kadın ve erkeğin yatak tanışıklığı.
Sevdiğiniz insanla yatağa girmeden onu bilemezsiniz. Kim ne derse desin yatak eşsiz bir sınayıcıdır iki taraf içinde. Yataktan sonra da kimseyi suçlayamazsınız. Eğer o ilişkinin mayası tutmayacaksa bu ilk sevişmeden sonra anlaşılır. Ama bizde bir kere sevişmişsindir ve o ilişki cılkı çıkana kadar gitmek zorundadır. Bir gün karşıma çıkıp “Hadi yemek yiyelim, birlikte olalım ve sabahtan sonra istemezsek bir daha birbirimizi görmeyelim” diyen bir kadın çıkacak mı bilmiyorum. Aslında hiç sanmıyorum ama, olursa o gece hayatımda yaşadığım en büyük gece olacaktı. Bir kadınla birlikte olduğum için değil bir kuş gibi özgürce o çarşafın üzerinde uçacağım için.
Uzun bir süre hep halini merak etmiştim. Facebook’ta sayfanı aramıştım. İsminde açılmış 4-5 sayfa vardı. Birinde senin sadece profil resmin görünüyordu. Diğer tüm bölümleri arkadaşın olmayanlara kapatmıştın. Orda bir tabelanın önünde gülen yaşlı bir kadına nazire yaparcasına poz vermiştin. Seninle karşılaştığım o postane gününden sonra artık iyi olduğunu hissettiğim bir resmindi bu. Gülümsüyordun, gözlerin parlıyordu ve gayet sağlıklı gözüküyordun. Ne kadar mutlu olduğumu bilemezsin. O resmini gördükten sonra, tüm o olup bitenlerin üstüne seni andıkça devamlı acıyan kalbim biraz normalleşmişti.
Adem Özbay
Mayakovski Rusya’nın istikbal vadeden en yetenekli şairi olarak anılırken içindeki devrimci ruhu uyanır ve genç komünistlerin gizli kahramanı olur. Artık tüm ihtilal yanlısı genç Ruslar Mayakovski şiirleri okuyup votkalarını yudumlarlar ve bol bol devrimci marşları söylerlerdi. İşte böyle günlerin birinde güzel devrimci kız Elsa ile tanışırlar. Tanıştıkları andan itibaren en büyük devrimin aşk olduğuna iman edip delicesine birlikte olurlar. Mayakovski Elsa’ya şöyle yazar:
"Filo bile sonunda limana döner,
tren soluk soluğa koşar gara doğru,
Bense ondan daha hızlı koşmaktayım sana
-çünkü seviyorum-
Bu muhteşem günler fazla uzun sürmez, Çarlık yönetimi baskıyı artırır ve Elsa apar topar Fransa’ya kaçmak zorunda kalır.
Paris’in dar sokaklarının birindeki karanlık bir meyhanede atıp tutan sarhoş bir bohem şairle tanışır. Adı Aragon’dur. Ailesinden kalan servetin son kırıntılarını kemiren bu adamla Elsa delicesine bir aşka tutulurlar. Aragon bu aşk sayesinde dünya şiir tarihine “Elsa’ya Şiirler” adıyla geçecek mısralar bırakır.
Sana büyük bir sır söyleyeceğim. Zaman sensin
Zaman kadındır. İster ki
Hep okşansın diz çökülsün hep
Dökülmesi gereken bir giysi gibi ayaklarına
Bir taranmış
Bir upuzun saç gibi zaman
Soluğun buğulandırıp sildiği ayna gibi
Zaman sensin uyuyan sen şafakta ben uykusuz seni beklerken
Sensin gırtlağıma dalan bir bıçak gibi
Ah bu söyleyemediğim işkencesi hiç geçmeyen zamanın
….
Sana büyük bir sır söyleyeceğim. Korkuyorum senden
Korkuyorum yanın sıra gidenden. Pencerelere doğru akşam üzeri
El kol oynatışından söylenmeyen sözlerden
Korkuyorum hızlı ve yavaş zamandan korkuyorum senden
Sana büyük bir sır söyleyeceğim. Kapat kapıları
Ölmek daha kolaydır sevmekten
Bundandır işte benim yaşamaya katlanmam
Sevgilim.
Elsa ile Aragon mutlu mesut yaşarlarken Mayakovski Lili’nin kollarında huzur bulur. Ve devrim de olmuş, komünistler Rusya’ya hakim olmuşlardır. Fakat Mayakovski’nin şiirleri devrimden sonra hiç okunmaz. Çünkü komünist yönetim için sevgi, merhamet gibi kavramlar çoktan modası geçmiş kelimelerdir. Mayakovski daha fazla dayanamaz ve son mektubunu yazarak intihar eder ve bu dünyadan ayrılır. Mektubunda Lili’ye bir şiir vardır ve şöyle seslenir Lili’sine:
“Lili beni sev!”
Bu hikaye iki aşığın hikayesi olarak sonlanabilirdi. Ama Elsa ve Lili kardeşken nasıl sadece şairlerin ve devrimcilerin aşkları olarak anılabilinir ki?
“Gerçekten Lili ile Elsa kızkardeşmiş mi?” diye büyük ve tatlı bir hayretle sormuştun bunu ilk anlattığımda. Her zaman gözümün önünde o anını canlandırırdım sana anlatırken. Sen her zaman tatlıydın gerçekten çok tatlı.
Söz artık bunu başka kimseye anlatmayacağım. Bu senin hikâyendi. Sana anlatırken Mayakovski olduğum Aragon olduğum bir öyküydü bu. Sen Elsa mıydın Lili mi? Belki de ikisiydin, ikisiydik, kimi zaman Rusya varoşlarında kimi zaman Paris sokaklarında dolaşıyorduk. İstanbul kazan biz kepçe birbirimizi arıyorduk. Bulmuş fakat bulmanın şükrünü eda edemeyip ayrılığın kucağına düşmüştük.
Firida’yı da çok severdin. Bu, acıları ile büyüyen ve ruhunun yaralarını resmeden kadınla kendini özdeştiriyordun mutlaka. Frida şanslıydı aslında resimleriyle ruhunun sancılarını resmedip iyileşiyordu. Bir insanın içinde biriken magmaları akıtamaması ne büyük bir eziyettir, biliyorum. Belki beni de bir Diego olarak anıyorsun şimdi. Onun bununla kalkıp düşen, sanatçı ruhunun gelgitlerine boyun eğen, kimi zaman duygusal bir nehir gibi akan kimi zamansa her şeyi yakıp yıkan bir kasırga. Gerçekten böyle miyim? Şimdi İstanbul’un tüm sokaklarında “Frido ile Dioga” sergisinin afişleri dolaşırken bunu düşünüyorum.
Kasablanka’nın kirli sokaklarında bile tuhaf bir şekilde seninle köşe kapmaca oynuyordum. Huzursuzluğum İstanbul’dakinden daha fazla esir almıştı beni. Bir taraftan işlerin peşinden koşturuyordum bir taraftan da şu içimdeki sıkıntıyı bastırmaya çalışıyordum. Tam Ramazanın ortasıydı. 1-2 gün oruç tutmuştum sonra seferi niyetine tutmamaya başlamıştım. İftar yapacak bir yer bulamıyordum zira. İğrenç yemekleri vardı en lüks restoranlarının bile. Bir mercimek çorbası için 100 dolar vermeye razıydım ama yoktu.
Bir akşam şehrin sahile bakan lüks lokantalarından birine gitmiş, masanın ortasında buharı tutan mis gibi çorbayı görünce Allah’a şükretmiştim. Hemen en büyük tabağı ağzına kadar doldurduktan sonra ezanı beklemeye başlamıştım. Mercimek çorbası niyetine iştahlı iştahlı beklerken ezanla birlikte çorbayı ağzıma almam ve tükürmem aynı anda olmuştu. Nasıl iğrenç bir yemekti anlatamam. Yapılışını sonradan öğrendiğim, kuru baklayı ezip içine Fas’a ait otların katıldığı bu yemeğin tadı resmen zift gibiydi. Artık pes etmiş ve sahilin en güzel yerine kurulmuş olan Mc Donalds’ın hamburgerlerine talim etmiştim.
Kasablanka’da belki ruhumun dinlendiği en güzel an, sıcak bir ramazan gecesinde o müthiş kalabalığı görüp takip etmemle başıma gelmişti. Sanki bir film karesinin ortasında kalmış gibiydim. Caddelerden sokaklardan durmadan beyazlara bürünmüş insanlar hızlı adımlarla tek bir yöne doğru yürüyorlardı. Onları takip etmeye başlamıştım. Uzaktan ‘Hasan 2’ camisinin minaresini görünce bu insanların camiye gittiğini anlamıştım ama neden bu kadar çok kişi toplanmıştı. Kadir gecesi değildi, olsa bile İstanbul’da Eyüp Sultan’da en kalabalık mübarek gecelerde bu kadar insan olmuyordu.
Hasan II Camisi İslam dünyasının en büyük camilerindendi. Şimdiki kralın babası tarafından yaptırılmış ve milyar dolarların harcandığı muhteşem bir camiydi. Dediklerine göre Amerika’nın Özgürlük heykelinin tam karşısına yapılan bu cami için kral yıllarca vergi toplamıştı. Yahudilerden bile toplanan bu vergilere kızan halk da camiyi bir türlü sahiplenmemişti. Gerçekten de normal namaz saatlerinde camide çok az kişi vardı.
O gece camiye yaklaşıkta muhteşem bir sesin okuduğu Kuran kulağıma çarpmıştı. Gerçekten çok güzeldi. Kendimi tutamadım ve camiye girdim. O kocaman caminin içi tıklım tıklım dolmuş devasa avlusunda bile adım atacak yer kalmamıştı. Kendime güç bela bir yer buldum. Okyanusun hemen kıyısında yapılmış caminin avlusunda bir taraftan vuran dalgaların sesi bir taraftan o güzel sesli hafızın okuduğu kuran beni İstanbul’un kıyılarına kadar taşımıştı. Tatlı bir esintiyle yanı başıma gelmiştin, saçlarımı okşuyordun, yanağımı öpüyordun. Gözlerimi kapatıp uzun süre kalakaldım orada. Nice sonraları insanlar yine bir film karesinden fırlar gibi caddelere sokaklara doluştular. Yarım saatten fazla bir süre insanları seyrettim. Arkamda okyanus, önümde insan seli, içimde kahrolası yalnızlığım vardı. Allah’ı ancak o zaman anlamıştım, onu büyük yapan yalnızlığıydı.
Bir sonraki gün Türklerle buluşup sohbet edince işin aslı ortaya çıkmıştı. O gece kral o camiye gelmişti ve Mısır’dan gelen dünyanın en güzel sesli hafızı Kur’an okumuştu. Kral ve kraliçe yılda bir defa Ramazan gecesinde gelip orada Kur’an dinleyip ibadet ederlermiş. Onlardan birine denk gelmek benim için eşsiz bir deneyim olmuştu. Kaçımıza bir kralla aynı camide bulunmak nasip olur ki?
Sonraki günlerde Merakeş, Rabat, Tanca başta olmak üzere birçok Fas şehrini gezmiştim. Sel baskınından dolayı trende mahsur bile kalmış kendi çapımda ufak maceralar yaşamıştım. Türkiye’den gelenlerle bir türlü aynı frekansları tutturmadığımız için hiç dostum olmamıştı orada. Akılları fikirleri karı kızda olan böyle bir millet olabilir miydi? Bazıları işi azıtmış grup seksler, ilkokul çağındaki kızlarla birlikte olmaya başlamışlardı. Oldukça düşük gelirli olan Faslılar için 40-50 dolar büyük bir paraydı. Buradaki dejenere olmuş kadın ve kızların doluştukları kafelere gittiğinizde hemen böyle kızlar bulmanız mümkündü.
Orada Türkiye’den geldiğimi söyleyince Müslüman olup olmadığımı soran Faslılara ne kadar şaşırdığımı hatırlıyorum şimdi. Uzun süre Fransız işgalinde kalan bu toprakların insanları bizi başta Ermeniler olmak üzere Müslümanları kesip doğrayan barbar bir millet olarak tanıyorlardı. Müslümanım deyince yüzüme hayretle bakakalıyorlardı.
Orda tanıştığımız taksici Hasan, Türkiye’de 5-6 sene kalmış Türkçeyi çok iyi biliyordu. Durup dururken Atatürk’ün bildiğimiz o ince sesini taklit ederek “Fas insanı zekidir.” demesi ve yolda giderken camı açıp “Mardinli misin kardeşim sen?” diye bağırması Kasablanka’nın en eğlenceli yanlarıydı. Bir akşam bizi büyük bir caminin önüne getirmiş “Hadi abi midye dolma yemeye.” deyince bir İstanbul nostaljisi yaşayacağımız için sevinmiştim. Ama cami kapısında bağıra bağıra satış yapan adamın yanına varıp tepsisindekileri görünce kusmamak için kendimi zor tutmuştum.
Adam haşlanmış salyangoz satıyordu. Camiden çıkanlar da ağızlarına hop bir tane atıp devam ediyorlardı. Şu kültür farkı nasıl inanılmaz bir uçurumdu o zaman daha iyi anlamıştım. Bir salyangozu haşlayıp sonra şeker gibi yemek bizlerin asla yapamayacağı bir durumken Faslılar için tam bir yemek şöleniydi. Evet Türk filmleri aksini söylese de zenginle fakirin aşkı olamazdı, ben bunu bu salyangoz olayından sonra tam anlamıyla anlayabilmiştim.
Kasablanka’da işler 20 gün kadar sürmüştü. Artık İstanbul’u, ajansımı, evimi ve seninle köşe kapmaca oynamayı özlemiştim. Havaalanında oraya belgesel çekmek için gelen Hakan Albayrak’la karşılaşmak ve uzun uzun TV, reklam ve film dünyası hakkında konuşmak da Fas’ın bana son sürprizi olmuştu. THY ile Fas Havayollarının ortak seferinde İstanbul’a doğru gelirken yanımda yolculuk eden bir zenci kadının güzelliği karşısında şaşırmıştım. Kucağında 2-3 aylık bebeğiyle tatlı tatlı yolculuk yapan bu kadın anneliğin tüm renklerde güzel olduğunu söylemişti bana. Bizim en çok hayalini kurup sonra avucumuzu yaladığımız bu çocuk sahibi olmak düşü bende çocuklara karşı inanılmaz bir duyarsızlık geliştirmişti.
Önceden nerde bir bebek nerde bir çocuk görsem sevmeden duramazdım. Ufak kardeşlerimi de büyüttüğüm için çocuk sevgisi bende küçük yaşlarda başlamıştı. Şimdi kıskançlıktan mı yoksa sahip olamayacağım duygusundan mıdır bilmiyorum o içimdeki çocuk sevme canavarı öldü gitti. Seninle bir çocuğun sahibi olabilseydik hiç yorulmadan severdim mutlaka onu, sabahlara kadar sallar, mamasını hazırlar, altını değiştirirdim. Gecenin ortasında birden avazı çıktığı kadar bağırdığında “Sen uyu canım ben hallederim.” derdim sana. “Amma da salladın.” dediğini duyar gibiyim, denemedin ki nasıl bilebilirsin?
“Bu nasıl bilebilme” değil midir bizim hayat boyu ümüğümüzü sıkan endişeli soru. Birlikte nasıl yürütürdük, evlensek nasıl olurdu, çocuklarımız kime benzerdi, ihtiyarlığımızda neler yapardık. Bu soruların cevapları yaşanarak verilecek türden cevaplar değildi. Çünkü yaşamak bir cevap değil sorunun kendisiydi. Bir öpücükle uyuyan güzel uyanabiliyorsa, bir kılıçla Malkoçoğlu 10 kişiyi öldürebiliyorsa, Keloğlan padişahın kızını alabiliyorsa bu hayat bir masaldı, bu hayat cevabı soru olan bir bilgi yarışmasıydı. Bizim şıklarımızda hep ayrılık hep yalnızlık, hep hasret vardı. Öyle bir numaradan sınava tabi tutulmuştuk ki bilmek bilmemekten daha büyük acı veriyor, her soruyu bilen en çok kaybeden oluyordu.
İstanbul’a indiğimde bir filminde Şener Şen’in toprağı öpmesi gibi ben de havayı öpmüştüm. Çünkü o havada senin saçlarına değen rüzgâr vardı. O havada senin dudaklarından çıkan bir nefes vardı. O havada teninden yayılan kokunun mis gibi rayihaları vardı. Havayı içime çektim, çektim ve senin hayaletlerinle tekrar savaşmak tekrar yüzleşmek için, gelen ilk taksiye el ettim. Hoş gelmiştim İstanbul, sen hiç hoş eylemesen de gönlümü.
Nedim’in beni her asık suratlı gördüğünde yurtdışına şutlama merakı bir türlü bitmedi tabiî ki. Moskova, Paris, Kasablanka hattına sonraları Venedik ve Floransa da eklendi. Beni sensizliğin afakanları bastığında “İçin açılır.” diyerek her yerini sular basmış Venedik’e gönderdiğinde yine de İstanbul’un sularını özlemekten kendimi alamadım. Hiç dönmemek üzere gittiğim Floransa’nın o taş binalarının arasında son ses İbrahim Tatlıses dinleyen dönerci Diyarbakırlı ustanın dediği gibi: “Alışamadım gurban buralara, ilk fırsatta döneceğim memlekete.”
Her gidişimin mutlaka gelişi vardı. Bazen uzaklaşmak iyi gelse de, bazen daha çok yorulmuş hırpalanmış bir halde ayak basıyordum İstanbul’a. Nedim pes etmese de ben pes etmiştim:
“Tamam bundan sonra adam olacağım, artık şu dışarıdan iş almayı bırak.”
“Söz mü?”
“Söz valla, yoruldum oğlum be, memleketimizin işlerini yapalım.”
“Bir şartla.”
“Off, neymiş o şartın?”
“Hemen kendine bir kız bulacaksın.”
“Ne oğlum bu manavdan elma mı alacağız?”
“Valla bilmem, yoksa sana yol gözükür Çelebi efendi.”
“Tamam lan, şu yeni web sitesinin reklamını hazırladığımız yayınevindeki yönetici kız yemeğe davet etti beni. Onunla takılacağım biraz.”
“Hah şöyle nihayet adam olacaksın lan sen, eşek seni, dün bir bugün iki lan, ne çabuk ayarttın kızı sen?”
“Ayarttığım falan yok olum, toplantı sırasında birkaç cümle karalamıştım, onu okumuş ben çay almaya gittiğimde, oradan söz açıldı, yemeğe kadar geldi işte.”
“Heyt be koçum, işte budur be, sen bizim yüzyılımızın Kazanovası olacak adamdın, gittin aşk meşk deyip içine ettin zevki sefanın.”
“Tamam kardeşim uzatma, artık gitmek yok, kızsa kız, işse iş.”
“Oley, oley, oley.”
Nedim üç kere oley çekti mi keyfi tam gıcır demektir. Ben de onun keyfini bozmamak için elimden geleni yaptım sonraki günlerde. Yönetici kızın adı Simge’ydi. Çok değil ikinci yemekten sonra eve gelmiştik kendimizi yatakta bulmuştuk. Berrin’den uzun bir süre sonra soğuk bir İstanbul akşamında soğuk bir sevişmeydi. Ama alışmam ve bu lanet dünyada ayakta kalmam için gerekliydi.
Simge enteresan bir kızdı. Hiçbir zaman onun olamayacak bir kalbim olduğunu biliyordu. Ama bundan gocunmak bir tarafa tuhaf bir haz alıyor gibiydi. Her akşam bir yerlere gidip dolaşıyorduk, yiyip içip birlikte oluyorduk. Acı acıyı bastırırlarmış derler ya, aslında bu ilişki bana acı verdiği halde seninle olan acımı bastırmıştı. 2-3 ay içinde daha rahattım, İstanbul’da seni bulma arayışımı iyice unutmuştum. Sinema tiyatro derken bir de hafta sonları uzun kahvaltılara gidiyorduk Simge’yle.
Senden bana en çok kalan gün pazardı. Çoğu Pazar çaydanlığı masaya koyma sesinle uyandığımda yatağa gelir beni öper “Bugün Pazar, beni ilk kez güneşe çıkardılar.” diyerek Nazımca uyandırırdın beni. Nazım Hikmet’in bir hapishanede yazdığı bu mısrayı sonraları bilerek mi bana fısıldıyordun diye düşünmedim değil. Sen gittiğinde kocaman bir hapishaneye dönen bu dünyada her Pazar gözlerimi açar açmaz hep “Bugün Pazar, beni ilk kez güneşe çıkardılar.” sesini duyacağım korkusuyla çıkarırdım başımı yorgandan.
Uzun pazar kahvaltılarımız, evin hemen altındaki süt ürünleri satıcısından aldığımız taze kaymak ve karşıdaki fırından aldığımız taze ekmekle taze tatlar bıraktı damağımda. Okuduğum pazar gazeteleri ve seninle upuzun süren pazar sevişmelerimiz. Hepsi bedenimde, ruhumda, kalbimde iz yaptı. Eğer Simge’nin pazarları ve alternatif izler bırakan planları olmasaydı belki de hayat boyu pazar sendromundan kurtulamayacaktım. Her çalışanın Pazartesi sendromu diye haftanın ilk iş günü çektiği o lanet iç sıkıntısı bende pazarları işbaşı yapacak ve hiçbir pazarım ‘Pazar’ olmayacaktı.
Simge bir doktor gibi tedavisini yaptı ve gitti. Ailesinin evlenmesini istediği gençle evleneceğini söyleyerek veda etti bana. Eğer birisine şükran duymam gerekirse kesinlikle duyacağım tek kız olarak hatıralarımda şimdi. Onun anne baba şefkatinin ortasında bir merhametle yanımda olması, kalbime talip olmadan bana eşlik etmesi bir erkek için minnettarlık duyulması gereken bir vasıftı. Sonraları beraber olduğum çoğu kız ilk yatak macerasından sonra beni tapulu mal olarak görüp sabaha değişmiş biri olarak uyandı yanı başımda. Tuhaf bir çelişkiydi bu kadın ve erkeğin yatak tanışıklığı.
Sevdiğiniz insanla yatağa girmeden onu bilemezsiniz. Kim ne derse desin yatak eşsiz bir sınayıcıdır iki taraf içinde. Yataktan sonra da kimseyi suçlayamazsınız. Eğer o ilişkinin mayası tutmayacaksa bu ilk sevişmeden sonra anlaşılır. Ama bizde bir kere sevişmişsindir ve o ilişki cılkı çıkana kadar gitmek zorundadır. Bir gün karşıma çıkıp “Hadi yemek yiyelim, birlikte olalım ve sabahtan sonra istemezsek bir daha birbirimizi görmeyelim” diyen bir kadın çıkacak mı bilmiyorum. Aslında hiç sanmıyorum ama, olursa o gece hayatımda yaşadığım en büyük gece olacaktı. Bir kadınla birlikte olduğum için değil bir kuş gibi özgürce o çarşafın üzerinde uçacağım için.
Uzun bir süre hep halini merak etmiştim. Facebook’ta sayfanı aramıştım. İsminde açılmış 4-5 sayfa vardı. Birinde senin sadece profil resmin görünüyordu. Diğer tüm bölümleri arkadaşın olmayanlara kapatmıştın. Orda bir tabelanın önünde gülen yaşlı bir kadına nazire yaparcasına poz vermiştin. Seninle karşılaştığım o postane gününden sonra artık iyi olduğunu hissettiğim bir resmindi bu. Gülümsüyordun, gözlerin parlıyordu ve gayet sağlıklı gözüküyordun. Ne kadar mutlu olduğumu bilemezsin. O resmini gördükten sonra, tüm o olup bitenlerin üstüne seni andıkça devamlı acıyan kalbim biraz normalleşmişti.
Adem Özbay
0 yorum:
Yorum Gönder
Sensiz kelimelerin sesi olduğun için teşekkürler...