Moskova’nın zihnimi dağıtan havasından sonra 6-7 ay boyunca rahattım.
Hem iyi bir para kazanmış hem de bu şehirden ve senden uzaklaşmanın
tadını çıkartmıştım. Size acı hatıralar sunan mekânlardan ve insanlardan
uzakta oldukça en azından içinizdeki kuyularda kaybolmuş sesleri
duymuyordunuz. Aşkın insanı bir kuyuya itiverdiği doğruydu. Yusuf gibi
kadınların onu gördüklerinde ellerini kestikleri bir adam olmanıza gerek
yoktu. Ya da Züleyha gibi şehvetli ve arzulu bir kadının saldırılarına
maruz kalmanız. O kuyu bilinenin aksine toprağın derinliklerine doğru
değil gökyüzüne doğru uzanıyordu.
Evet, sen gittikten sonra gökyüzü bir kuyuya dönmüştü bana. Bakışlarımı yukarıya her kaldırdığımda hep yukarıya doğru düşen bir taş gibi hissediyordum kendimi. Havanın bu kadar ağır olmasını yağmurun her değdiğinde bedenimde derin yarıklar açmasını başka türlü neyle açıklayabilirim ki? Gökyüzü kuyusunda hapsolmuş bir adam olarak ne Yusufluğa merakım vardı, ne de şehvetli bir Züleyha’ya. Belki sadece o kuyuya birkaç lokma taşıyacak ve kuyunun başında geceleri korkmamam için masallar anlatacak bir sevene ihtiyacım vardı.
Senden sonra hiç olmadı.
İstanbul’da kaldıkça tekrar tekrar senin hayaletlerin musallat oluyordu kalbime. Bana doğum günümde yaptığın sürprizin harflerini bulmuştum eski cüzdanımın içinde. Çer çöpü atmak için kullanmadığım eşyaları ayırıyordum. Şu Bonibon şekerlerine yapıştırdığın küçük küçük harfleri bulmuştum. Bana ilk verdiğinde anlamlı bir cümle dizmek için 10-15 dakika uğraşıp pes etmişken şimdi nerdeyse 7-8 saat uğraşmıştım üzerinde. Ama o harflerin oluşturduğu cümlenin başı sonu ortası belli olmadığı için çözmem mümkün olmadı. Belki de sen bir ipucu koymuştun oraya ama kalbim gibi karmakarışık olan beynim işin içinden bir türlü çıkamamıştı.
O gece yine uzun bir düş görmüştüm. Sen hep uzaklaşıyordun benden. Ben ne kadar arkandan koşsam da yine de seni yakalayamıyordum. Ben koşuyordum sense yürüyordun ama yine de sana ulaşamıyordum. Belki rüyada 3-5 saniye süren bu kovalamaca benim için saatlerce sürmüştü. Gözlerim kan çanağına döndüğünde gece yarısı apar topar kalkıp evini basmıştım. Nerde oturduğunu uzun süre araştırdıktan sonra bulmuştum. Sık sık seni görmek için evinin altındaki o iğrenç köftecinin köftelerinden de yemiştim. Ama evinin yanından geçerken içimde öyle bir heyecan olurdu ki sanki seni görür görmez düşüp bayılacaktım.
Gece yarısı kapına gelmiş dayanmıştım. Şaşırmışsındır herhalde. Deli gibi ziline basıyordum. Sonra telefonlardan mesajlaşmaya başlamıştık:
“Gidiniz buradan yoksa polis çağıracağım.”
“Çağır, sabaha kadar buradan gitmeyeceğim. Aşağı gel ya da kapıyı aç.”
“Beni nasıl bir duruma düşürdüğünüzün farkında mısınız? Artık yetmez mi yaptıklarınız?”
“Konuşalım, sadece bunu istiyorum.”
“Lütfen polis çağırmadan gidiniz.”
“Gitmiyorum, gitmeyeceğim.”
Bir taraftan zili çalıyor, bir taraftan mesajlarla birbirimizle haberleşmenin keyfini çıkartıyordum. O kadar uzun bir süre seninle hiçbir bağ kuramamak, haberleşememek ve senden hiçbir bilgi alamamak deli etmişti beni. “Siz” diye yazman bile oldukça aşağılayıcı bir durum olsa da ondan bile keyif alıyordum. Yavaş yavaş apartmanın diğer ışıkları ve diğer apartmanların ışıkları yanınca pes etmiştim. Kendimin rezil olmasından değil senin komşularınca dedikodu malzemesi yapılmanı istemiyordum.
Boynum eğik ama seninle böyle de olsa bir iletişim kurabilmiş kalbim mutluydu. Doğruca beraber geceleri işkembe içmeye gittiğimiz Çağlayan’daki çorbacıya gittim. Bol acılı bol sarımsaklı iki koca kâse damardan tuzlama içince bedenimden alevler çıkmaya başlamıştı. Sana söz verdiğim halde hiç yapamadığım Sarıyer sırtlarından güneşin doğuşunu seyretmeye gittim. Doğan güneşle birlikte içimde yeni bir umut doğmuştu. Çok kötü geçen bu gece baskınından bile yeniden seninle bir araya gelebileceğimize dair umut beslemiştim.
Sonraki günler daha zor gelmeye başlamıştı. “Lanet olsun.” deyimi dilime yapışmıştı adeta. Her ne yaparsam yapayım, iyi de olsa kötü de olsa bunu söylemeden edemiyordum. Lanet ettiğim senin içimi acıtan yokluğundu. Bu da lanet okuya okuya hiç geçecek gibi gözükmüyordu. Yeniden sensizlik kuyularında kaybolduğumu anlayan Nedim karşıma dikilmişti:
“Abi sen bilerek mi yapıyorsun? Bu kız için hayatını karartacaksın, değer mi?”
“Ben bir kız için değil, sevmenin hatrına karartırım hayatımı. Neticede aydınlık bir hayat yaşasak da no’luyor ki?”
“Ya bana laf salatası yapma abi şimdi. Ne yani Mecnun gibi hatunun mezarına kapanıp ölümünü mü bekleyeceksin? Hoş seninkinin mezarı da yok ya.”
“Şu ajansın bahçesine bir mezar yaptır da rahat rahat öleyim üzerinde o zaman.”
“Saçmalama ya, anladım ben seni kardeşim, sen bu kızı unutana kadar bu İstanbul topraklarına bir daha ayak basmayacaksın. Ne kadar yurtdışı işi varsa, para kazanıp kazanmadığımıza bakmadan alacağız.”
“Oh ne güzel, sürgüne gönderiyorsun beni yani.”
Bunu söyleyince birden Sezai Karakoç’un şiiri düşüverdi zihnime. Senin çok sevdiğin ve sık sık bana okutturduğun:
“Senin kalbinden sürgün oldum ilkin
Bütün sürgünlüklerim bir bakıma bu sürgünün bir süreği
Bütün törenlerin şölenlerin ayinlerin yortuların dışında
Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim
Af dilemeye geldim affa layık olmasam da
Uzatma dünya sürgünümü benim
Güneşi bahardan koparıp
Aşkın bu en onulmazından koparıp
Bir tuz bulutu gibi
Savuran yüreğime
Ah uzatma dünya sürgünümü benim
Nice yorulduğum ayakkabılarımdan değil
Ayaklarımdan belli
Lambalar eğri
Aynalar akrep meleği
Zaman çarpılmış atın son hayali
Ev miras değil mirasın hayaleti
Ey gönlümün doğurduğu
Büyüttüğü emzirdiği
Kuş tüyünden
Ve kuş sütünden
Geceler ve gündüzlerde
İnsanlığa anıt gibi yükselttiği
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili
Uzatma dünya sürgünümü benim
Bütün şiirlerde söylediğim sensin
Suna dedimse sen Leyla dedimse sensin
Seni saklamak için görüntülerinden faydalandım Salome'nin Belkıs'ın
Boşunaydı saklamaya çalışmam öylesine aşikârsın bellisin
Kuşlar uçar senin gönlünü taklit için
Ellerinden devşirir bahar çiçeklerini
Deniz gözlerinden alır sonsuzluğun haberini
Ey gönüllerin en yumuşağı en derini
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili
Uzatma dünya sürgünümü benim
…
İşte lanet olsun, yine senin acın düşmüştü içime. Ne zaman kurtulacaktım bu durumdan? Böyle ömür boyu yaşadığım her an seni hatırlamadan edemeyecek miydim? Nedim haklıydı galiba:
“Sen bu kızı unutmazsan bir süre sonra kafayı yersin. Derdin ne senin? Etrafta bir sürü güzel kız var. Hepsi senin için ölüyorlar. Gidip takılsana, ölür müsün biraz denesen?”
“Evet ölürüm, içimdekileri öldürürsem ölürüm. Her ne kadar bana zarar veriyor gibi görünseler de içimde yaşattığım şeyler benim nefes aldığımın kanıtı.”
“Sokayım öyle kanıta. Ben anlamam artık bu işi sonlandıracaksın. Senin yüzünden annemden her telefonda zılgıt yiyorum. Sanki ben değilim oğlu sensin. Gitsene şu kadına, vallahi seni düşündüğü kadar kocasını düşünmemiştir.”
“ Ayşe teyzem bitanemdir benim, onu çok severim ben.”
“İyi de sevdiğini böyle mi gösteriyorsun, kadın senin haberlerini aldıkça fena oluyor. Biliyorsun ajanstaki tüm kızları muhbir gibi kullanıyor. Bizim işememizden bile haber var.”
“Tamam tamam yarın akşam gidelim hadi. Sen haber ver tavuk yapsın bize.”
Gerçekten tuhaf bir şekilde beni seven bu kadına hayret ediyordum. Oğlunun kendi ayakları üzerinde durmasını sağladığım için mi yoksa başka bir evlat hasreti çektiğinden midir nedir annemden çok üzerime titriyordu Nedim’in annesi. Ben kaybolup birkaç hafta ortada olmadığımda nerdeyse çıldıracak hale gelmiş ve tüm İstanbul’u birbirine katmıştı. Nedim o yüzden annesinin tekrar o halini görmek istemiyordu. Haklıydı. En güzel tarafı da annesi harika fırında tavuk yapıyordu ve Nedim ancak benimle gittiği akşam yemeğinde yiyebiliyordu.
Çok geçmedi Nedim yüzünde pis bir sırıtışla kapıma dayanmıştı:
“Hadi gözün aydın gezgin baba sana yolculuk göründü yine.”
“Asıl senin gözün aydın oğlum, ben yokken tüm kızlar senin.”
“Hadi lan, sanki buradayken kızlara baktığın var.”
“Eee nereye seyahat ya Resulullah yapıyoruz hacı abi?”
“Humphrey Bogart abimizle Ingrid Bergman ablamızın oynaştıkları memlekete gidiyorsun yakışıklı.”
“Daha uzağını bulamadın mı, ne yapacağım olum Kasablanka’da, zehir gibi sıcaktır orası şimdi.”
“Kusura bakmayın beyim kutuplarda tüm rezervasyonlar dolu, anca orasını ayarlayabildik.”
“İyi de ne alaka abi, ne işi var orada.”
“Bizim elektronikçi Refik oraya navigasyon sistemi kurmak istiyor. Özellikle belediye otobüsleri ve büyük özel firmalarla ön görüşmeler yapmış.”
“Eeee!”
“Standart bültenlerle gitmek istemiyorlar. Her firmaya özel katalog yapmak istiyorlar. Gideceksin ve işleri halledeceksin, olay bu kadar basit kahraman.”
“Başka zaman olsa nah giderdim ama, hadi yine iyisin, gidip kafa dinlemek iyi olur.”
“Tamam bebek İstanbul’a vedalaşmak için 2 günün var ve iş bitmeden geri gelmek yok.”
“Anlaşıldı anlaşıldı bu sefer fena sepetlendik.”
Sana ulaşma denemelerim bende bir manyaklık yaratmadan kaçıp gitmek en iyisiydi. Bir günlüğüne köye gidip annemi öpmek istiyordum. Babamı da öpmek istiyordum ama ellerini öpmekten daha ileriye gidemiyordum. Gittim, gece kalıp sabah erkenden yola çıkınca annem de şaşakaldı. Gerçi alışkındı benim böyle günü birlik ziyaretlerime ama ta İstanbul’dan kalkıp gelip sonrada 1 gün kalmadan geri dönmemi anlayamıyordu. Ona göre bu para israfıydı ve israf haramdı. Ah sevgili anneciğim bilseydi senin için aya bile çıkıp gelirdim tüm malımı mülkümü harcayarak ve hiç israf da olmazdı. Sevginin hiç israfı olur muydu ki...
Yaklaşık 5 saat havada kaldıktan sonra Fas hava sularına girmiştik. Sıcak bir yaz günüydü ve Kasablanka hiç de beklediğim gibi bir yer değildi. Sokaklar pis, insanlar umarsız ve yine Türklerin aklı fikri taze Fas kızlarındaydı. Tanıştığım herkes bana maceralarını sanki kutsal bir dini hikâyeymiş gibi anlatıp duruyordu.
Adem Özbay
Evet, sen gittikten sonra gökyüzü bir kuyuya dönmüştü bana. Bakışlarımı yukarıya her kaldırdığımda hep yukarıya doğru düşen bir taş gibi hissediyordum kendimi. Havanın bu kadar ağır olmasını yağmurun her değdiğinde bedenimde derin yarıklar açmasını başka türlü neyle açıklayabilirim ki? Gökyüzü kuyusunda hapsolmuş bir adam olarak ne Yusufluğa merakım vardı, ne de şehvetli bir Züleyha’ya. Belki sadece o kuyuya birkaç lokma taşıyacak ve kuyunun başında geceleri korkmamam için masallar anlatacak bir sevene ihtiyacım vardı.
Senden sonra hiç olmadı.
İstanbul’da kaldıkça tekrar tekrar senin hayaletlerin musallat oluyordu kalbime. Bana doğum günümde yaptığın sürprizin harflerini bulmuştum eski cüzdanımın içinde. Çer çöpü atmak için kullanmadığım eşyaları ayırıyordum. Şu Bonibon şekerlerine yapıştırdığın küçük küçük harfleri bulmuştum. Bana ilk verdiğinde anlamlı bir cümle dizmek için 10-15 dakika uğraşıp pes etmişken şimdi nerdeyse 7-8 saat uğraşmıştım üzerinde. Ama o harflerin oluşturduğu cümlenin başı sonu ortası belli olmadığı için çözmem mümkün olmadı. Belki de sen bir ipucu koymuştun oraya ama kalbim gibi karmakarışık olan beynim işin içinden bir türlü çıkamamıştı.
O gece yine uzun bir düş görmüştüm. Sen hep uzaklaşıyordun benden. Ben ne kadar arkandan koşsam da yine de seni yakalayamıyordum. Ben koşuyordum sense yürüyordun ama yine de sana ulaşamıyordum. Belki rüyada 3-5 saniye süren bu kovalamaca benim için saatlerce sürmüştü. Gözlerim kan çanağına döndüğünde gece yarısı apar topar kalkıp evini basmıştım. Nerde oturduğunu uzun süre araştırdıktan sonra bulmuştum. Sık sık seni görmek için evinin altındaki o iğrenç köftecinin köftelerinden de yemiştim. Ama evinin yanından geçerken içimde öyle bir heyecan olurdu ki sanki seni görür görmez düşüp bayılacaktım.
Gece yarısı kapına gelmiş dayanmıştım. Şaşırmışsındır herhalde. Deli gibi ziline basıyordum. Sonra telefonlardan mesajlaşmaya başlamıştık:
“Gidiniz buradan yoksa polis çağıracağım.”
“Çağır, sabaha kadar buradan gitmeyeceğim. Aşağı gel ya da kapıyı aç.”
“Beni nasıl bir duruma düşürdüğünüzün farkında mısınız? Artık yetmez mi yaptıklarınız?”
“Konuşalım, sadece bunu istiyorum.”
“Lütfen polis çağırmadan gidiniz.”
“Gitmiyorum, gitmeyeceğim.”
Bir taraftan zili çalıyor, bir taraftan mesajlarla birbirimizle haberleşmenin keyfini çıkartıyordum. O kadar uzun bir süre seninle hiçbir bağ kuramamak, haberleşememek ve senden hiçbir bilgi alamamak deli etmişti beni. “Siz” diye yazman bile oldukça aşağılayıcı bir durum olsa da ondan bile keyif alıyordum. Yavaş yavaş apartmanın diğer ışıkları ve diğer apartmanların ışıkları yanınca pes etmiştim. Kendimin rezil olmasından değil senin komşularınca dedikodu malzemesi yapılmanı istemiyordum.
Boynum eğik ama seninle böyle de olsa bir iletişim kurabilmiş kalbim mutluydu. Doğruca beraber geceleri işkembe içmeye gittiğimiz Çağlayan’daki çorbacıya gittim. Bol acılı bol sarımsaklı iki koca kâse damardan tuzlama içince bedenimden alevler çıkmaya başlamıştı. Sana söz verdiğim halde hiç yapamadığım Sarıyer sırtlarından güneşin doğuşunu seyretmeye gittim. Doğan güneşle birlikte içimde yeni bir umut doğmuştu. Çok kötü geçen bu gece baskınından bile yeniden seninle bir araya gelebileceğimize dair umut beslemiştim.
Sonraki günler daha zor gelmeye başlamıştı. “Lanet olsun.” deyimi dilime yapışmıştı adeta. Her ne yaparsam yapayım, iyi de olsa kötü de olsa bunu söylemeden edemiyordum. Lanet ettiğim senin içimi acıtan yokluğundu. Bu da lanet okuya okuya hiç geçecek gibi gözükmüyordu. Yeniden sensizlik kuyularında kaybolduğumu anlayan Nedim karşıma dikilmişti:
“Abi sen bilerek mi yapıyorsun? Bu kız için hayatını karartacaksın, değer mi?”
“Ben bir kız için değil, sevmenin hatrına karartırım hayatımı. Neticede aydınlık bir hayat yaşasak da no’luyor ki?”
“Ya bana laf salatası yapma abi şimdi. Ne yani Mecnun gibi hatunun mezarına kapanıp ölümünü mü bekleyeceksin? Hoş seninkinin mezarı da yok ya.”
“Şu ajansın bahçesine bir mezar yaptır da rahat rahat öleyim üzerinde o zaman.”
“Saçmalama ya, anladım ben seni kardeşim, sen bu kızı unutana kadar bu İstanbul topraklarına bir daha ayak basmayacaksın. Ne kadar yurtdışı işi varsa, para kazanıp kazanmadığımıza bakmadan alacağız.”
“Oh ne güzel, sürgüne gönderiyorsun beni yani.”
Bunu söyleyince birden Sezai Karakoç’un şiiri düşüverdi zihnime. Senin çok sevdiğin ve sık sık bana okutturduğun:
“Senin kalbinden sürgün oldum ilkin
Bütün sürgünlüklerim bir bakıma bu sürgünün bir süreği
Bütün törenlerin şölenlerin ayinlerin yortuların dışında
Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim
Af dilemeye geldim affa layık olmasam da
Uzatma dünya sürgünümü benim
Güneşi bahardan koparıp
Aşkın bu en onulmazından koparıp
Bir tuz bulutu gibi
Savuran yüreğime
Ah uzatma dünya sürgünümü benim
Nice yorulduğum ayakkabılarımdan değil
Ayaklarımdan belli
Lambalar eğri
Aynalar akrep meleği
Zaman çarpılmış atın son hayali
Ev miras değil mirasın hayaleti
Ey gönlümün doğurduğu
Büyüttüğü emzirdiği
Kuş tüyünden
Ve kuş sütünden
Geceler ve gündüzlerde
İnsanlığa anıt gibi yükselttiği
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili
Uzatma dünya sürgünümü benim
Bütün şiirlerde söylediğim sensin
Suna dedimse sen Leyla dedimse sensin
Seni saklamak için görüntülerinden faydalandım Salome'nin Belkıs'ın
Boşunaydı saklamaya çalışmam öylesine aşikârsın bellisin
Kuşlar uçar senin gönlünü taklit için
Ellerinden devşirir bahar çiçeklerini
Deniz gözlerinden alır sonsuzluğun haberini
Ey gönüllerin en yumuşağı en derini
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili
Uzatma dünya sürgünümü benim
…
İşte lanet olsun, yine senin acın düşmüştü içime. Ne zaman kurtulacaktım bu durumdan? Böyle ömür boyu yaşadığım her an seni hatırlamadan edemeyecek miydim? Nedim haklıydı galiba:
“Sen bu kızı unutmazsan bir süre sonra kafayı yersin. Derdin ne senin? Etrafta bir sürü güzel kız var. Hepsi senin için ölüyorlar. Gidip takılsana, ölür müsün biraz denesen?”
“Evet ölürüm, içimdekileri öldürürsem ölürüm. Her ne kadar bana zarar veriyor gibi görünseler de içimde yaşattığım şeyler benim nefes aldığımın kanıtı.”
“Sokayım öyle kanıta. Ben anlamam artık bu işi sonlandıracaksın. Senin yüzünden annemden her telefonda zılgıt yiyorum. Sanki ben değilim oğlu sensin. Gitsene şu kadına, vallahi seni düşündüğü kadar kocasını düşünmemiştir.”
“ Ayşe teyzem bitanemdir benim, onu çok severim ben.”
“İyi de sevdiğini böyle mi gösteriyorsun, kadın senin haberlerini aldıkça fena oluyor. Biliyorsun ajanstaki tüm kızları muhbir gibi kullanıyor. Bizim işememizden bile haber var.”
“Tamam tamam yarın akşam gidelim hadi. Sen haber ver tavuk yapsın bize.”
Gerçekten tuhaf bir şekilde beni seven bu kadına hayret ediyordum. Oğlunun kendi ayakları üzerinde durmasını sağladığım için mi yoksa başka bir evlat hasreti çektiğinden midir nedir annemden çok üzerime titriyordu Nedim’in annesi. Ben kaybolup birkaç hafta ortada olmadığımda nerdeyse çıldıracak hale gelmiş ve tüm İstanbul’u birbirine katmıştı. Nedim o yüzden annesinin tekrar o halini görmek istemiyordu. Haklıydı. En güzel tarafı da annesi harika fırında tavuk yapıyordu ve Nedim ancak benimle gittiği akşam yemeğinde yiyebiliyordu.
Çok geçmedi Nedim yüzünde pis bir sırıtışla kapıma dayanmıştı:
“Hadi gözün aydın gezgin baba sana yolculuk göründü yine.”
“Asıl senin gözün aydın oğlum, ben yokken tüm kızlar senin.”
“Hadi lan, sanki buradayken kızlara baktığın var.”
“Eee nereye seyahat ya Resulullah yapıyoruz hacı abi?”
“Humphrey Bogart abimizle Ingrid Bergman ablamızın oynaştıkları memlekete gidiyorsun yakışıklı.”
“Daha uzağını bulamadın mı, ne yapacağım olum Kasablanka’da, zehir gibi sıcaktır orası şimdi.”
“Kusura bakmayın beyim kutuplarda tüm rezervasyonlar dolu, anca orasını ayarlayabildik.”
“İyi de ne alaka abi, ne işi var orada.”
“Bizim elektronikçi Refik oraya navigasyon sistemi kurmak istiyor. Özellikle belediye otobüsleri ve büyük özel firmalarla ön görüşmeler yapmış.”
“Eeee!”
“Standart bültenlerle gitmek istemiyorlar. Her firmaya özel katalog yapmak istiyorlar. Gideceksin ve işleri halledeceksin, olay bu kadar basit kahraman.”
“Başka zaman olsa nah giderdim ama, hadi yine iyisin, gidip kafa dinlemek iyi olur.”
“Tamam bebek İstanbul’a vedalaşmak için 2 günün var ve iş bitmeden geri gelmek yok.”
“Anlaşıldı anlaşıldı bu sefer fena sepetlendik.”
Sana ulaşma denemelerim bende bir manyaklık yaratmadan kaçıp gitmek en iyisiydi. Bir günlüğüne köye gidip annemi öpmek istiyordum. Babamı da öpmek istiyordum ama ellerini öpmekten daha ileriye gidemiyordum. Gittim, gece kalıp sabah erkenden yola çıkınca annem de şaşakaldı. Gerçi alışkındı benim böyle günü birlik ziyaretlerime ama ta İstanbul’dan kalkıp gelip sonrada 1 gün kalmadan geri dönmemi anlayamıyordu. Ona göre bu para israfıydı ve israf haramdı. Ah sevgili anneciğim bilseydi senin için aya bile çıkıp gelirdim tüm malımı mülkümü harcayarak ve hiç israf da olmazdı. Sevginin hiç israfı olur muydu ki...
Yaklaşık 5 saat havada kaldıktan sonra Fas hava sularına girmiştik. Sıcak bir yaz günüydü ve Kasablanka hiç de beklediğim gibi bir yer değildi. Sokaklar pis, insanlar umarsız ve yine Türklerin aklı fikri taze Fas kızlarındaydı. Tanıştığım herkes bana maceralarını sanki kutsal bir dini hikâyeymiş gibi anlatıp duruyordu.
Adem Özbay
0 yorum:
Yorum Gönder
Sensiz kelimelerin sesi olduğun için teşekkürler...