Bir süre ara verdim sana yazmaya. Yazmanın terapisel bir
yönü olduğunu söylerler hep. Ben de yazarak içimde kabuk bağlayan yaralarımı
kanatmadan iyileştirebileceğimi düşünmüştüm.
Heyhat!
Ne zaman sana dair iki kelime karalamaya başlasam; hani o
masanın kenarına vurduğumuz dizimizde oluşan yara kabuk bağlar, sonra tatlı
tatlı kaşınır, üstündeki kabuğu koparırsın birazcık kanar, ama ne güzel bir
zevktir onu kanatmak. Sonra yeniden, yeniden… Adeta yaranın iyileştiğine
üzülürsün sonra.
Hayat ta içimizde böyle yaralar açıyordu. Bakma herkesin
durmadan sorunlarından şikayet etmesine. Onlar olmasa hiç kimsenin keyfi olmaz
bu alemde.
Ne kadar çok acı varsa o kadar çok hayat vardır.
Bak bizim toprakların aşk hikayelerine, Leyla ölür, Mecnun
ölür, Aslı yanar, Kerem yanar, Ferhat boğulur Şirin boğulur. Hepimiz acılı
şarkılar dinleriz, acılı filmlere kapalı gişe koşarız. Oysaki mutluluklara fast
food gibi tüketiriz. Hemen kendimizi tekrardan acılanın kollarına atarız.
Acıyı bu kadar janjanlı ve albenili yapan ne acaba?
Bana İlhami Çiçek’i anlatmıştın bir keresinde. Kendisini
öldüren genç yetenekli şair. O’nun “En çok hüzündür yakışan bize.” mısrasını ne
sık kullanırdın.
Cahit Zarifoğlu’nun “Ne kadar çok acı var!” diye başladığı
günlüğünü kaç kere beraber okumuştuk, hatırla. Sen onun oradaki kravat hikâyesine
bayılırdın, ben karısı ve karısının ailesinden bahsettiği bölümlere.
Acıyı seviyoruz, müptela derecesinde hem de.
Hem bakma biz kadınların durmadan ilişkilerimizden şikayetçi
olmamıza. Bizim için erkek ne kadar acı veren olursa o kadar çok makbuldür.
Kadınlar acıları bol kepçe yemeye alışkın oldukları için
diyet konusunda bir türlü dikiş tutturamazlar mesela.
Kadınlar erkeklere kendilerini acıtmaları için olduklarından
fazla anlamlar yüklerler. Ne kadar çirkin, biçimsiz, kaba saba bir adamla
birlikte olsa da onu deli gibi kıskanmaya programlar kendini. Öyleki sokakta görse yolunu çevireceği o adam
dünyanın en tatlı en karizmatik en tapılası adam oluverir aniden.
Böyle durumdaki bir kadına desen ki:
- “Canım sende nesini kıskanıyorsun adamın, evinde işinde
gücünde işte.” Cevap hazırdır:
- “Ben ona değil diğer kadınlara güvenmiyorum şekerim.”
Bu kıskançlık ve kapris seanslarından sonra yapılan
kavgaların acıları, kadınları arıyı çeken çiçek gibi çeker. İllaki yapılması
gerekir, illaki bol bol yapılır.
Sonraları arkadaşlarımı izleye izleye anladım ki;, kadınlar
erkekten çok ilişkiye harcadıkları kendi emeklerini, özverilerini seviyorlar.
Birliktelik sona erince erkeği kaybetmekten çok kıymeti bilinmeyen sevgi ve
emeklerine kahrederler. Bu onları öylesine kızdırır sinirlendirir ve acıtır ki
hemen bir Müslüm babacı kesilip, ruhlarına görünmez bıçaklar ile çizik üzerine
çizik atarlar.
İtiraf ediyorum bende tıpkı böyleydim. Uzunca bir süre sana
kızar gibi yaparken hep verdiğim emeğe hayıflanıyordum aslında. Bu aşkın, bu
sevginin böyle bitmemesi gerekiyordu. Final olacaksa bile benim verdiğim emeğin
mükâfatı gibi olmalıydı, havai fişekler patlamalıydı, gökyüzü kamaşmalıydı.
Eşyalarımı toplayıp gittiğim ilk günlerde senden nefret
ettim.
Ölmen için ne kadar dua ettim bir bilsen şaşırırsın. Yemek
yiyemedim günlerce. Hissedemedim hayatı, aldığım nefesi. Sefil olman için
beddua ettim durdum.
Bazı günler “Hata yapan o, bunu fark etsin, gelsin özür
dilesin.” şeklinde kendi kendime söylenir dururdum. Hiç geri gelmeyeceğini
bildiğim halde tek kalem senmişsin hissederdim. Gelip sarılsan bana kendimi ne
kadar da güvende hissedecektim oysaki.
Bir süre sonra umrumda olmamaya başladı. Tabiki bayağı bir
süre sonra. Fakat farklı şekillerde senin hayatında olan yeni sevgilinin
haberleri bana ulaştıkça kırmızı görmüş boğa gibi olan hislerim yerinde
duramıyordu. Çok uzun süre varlığını kabullenemedim. ‘İkisi de sürünsünler’
diye söylenip durdum aklıma her geldiğinizde.
Şimdi hatırladıkça gülüyorum kendime.
Gülüyorum diyorsam bilinenin aksine yanaklarım mayınlı bir
tarla gibi her an patlamaya hazır bir ruh haliyle gülüyorum.
Adem Özbay
0 yorum:
Yorum Gönder
Sensiz kelimelerin sesi olduğun için teşekkürler...