O dar merdivenleri çıkarken aklımda ne vardı o gün. Hiç
hatırlayamayacağım. Ama seni gördüğüm ilk anı o kadar net hatırlıyorum ki.
Kocaman buğulu camları olan geniş bir kapı, kapı yarıya
kadar açık, küçük kırmızı bir masa, masanın üzerinde kâğıtlar, dergiler,
kitaplar, lüzumlu lüzumsuz bir sürü ıvır zıvır ve tuhaf gri takım elbise,
içinde beyaz gömlek ve bir o kadar uyumsuz gevşetilmiş kırmızı bir kravat ile
kalemi dudağına götürmüş derin derin düşünüyordun.
Aklında ne vardı, hangi reklam metnini planlıyordun ya da
hangi sloganı bulmak için beyin fırtınası yapıyordun kendi kendine, bunu
sonraları çok sormak istesem de, hep unuttum, belki de bilmek istemedim.
Ben kapının aralığından sana baktığımda, o yüksek tavanlı
eski han odasında böyle bir darma dağınıklığın içinde tuhaf uyumsuz saçma bir
adam bellemiştim seni. Hoşuma da gitmişti. Kendi öz ülkesinde yaşayan bir
derviş gibiydin. Uzun saçlarının dağılmış, bir haftalık sakalın seni olduğundan
da yaşlı göstermiş ve ilk gördüğümde Rodin’in heykeli gibi düşünce dünyasına
dalmış bir adam olarak, bu anın dönüp dolaşıp milyon kereler gözümün önünde
canlanacağını hiç düşünmemiştim.
Nerdeyse bir yıl o binanın önünden hiç geçmedim. Fakat
hayatın insana öyle sürprizleri oluyor ki bilemezsin. En yakın arkadaşımın açtığı
turizm acentesi tam o hanın karşısındaydı. Açılışına gitmemek için bin bir
türlü mazeretler hazırlasam da, sabah onu o heyecanlı haliyle görünce
gitmemezlik yapamazdım.
Çinlilerin gerçek mi, efsane mi olduğunu bilmediğim çivili
yatağa o gün iman ettim. Tam da o sokağın başına gelip adımımı attığımda o
çivili yatak ayak tabanımdan tut da bütün bedenimi sardı. Battıkça battı. İçimden,
bildiğim bütün duaları okudum, sonunda da dayanamayıp ağlamaya başladım.
Açılış boyunca ağladım.
Arkadaşım kendisinin heyecanına ortak olduğumdan ağladığımı
zannedip mutlu bile oldu.
Bense sadece ağladım, kendi acılarıma ortak bile olamadan.
Bob Morley benim bu halime görseydi muhakkak ki “No Woman No
Cry” demez “No Man No Cry” derdi. Bizim gözyaşlarımızın karşılığında sizinkiler
nedir ki, devede kulak, denizde damla. Hem siz erkek adamsınız ağlamazsın, ama
bizim de anamızı ağlatırsınız.
Oysaki bir gün “Sevincimden ağlamak istiyorum.” dediğimde
“Sen ağlama kirpiklerin ıslanır.” demiştin. Sonra ne zaman gözlerim buğulanacak
olsa bunu tekrarlardın. Ve ben sırf senin bu güzel sözünün hatırına çok kez
ağlamaktan vazgeçmiş, kirpiklerimi ıslatmamıştım.
Dün çalıştığım yeni işyerinden karı koca bir çiftin evine
davetliydim. Çok temiz Anadolu terbiyesi almış bu çifti çok seviyordum. Küçük
bir kızları ve ortaokula giden bir oğulları vardı. Ben çocuklarla tanışırken,
oynarken birde baktım ki sofra hazırdı. Çocuklara kızın annesi bakıyordu ve
yemekleri de o yapıyordu. Annesi biz eve girer girmez çıkmıştı çünkü bir
yakınının mevlidine yetişecekti.
Ben mükellef sofrayla önce gözümü doyururken arkadaşım “Sana
bizim oralardan türküler dinleteyim ister misin?” diye sorunca “Çok sevinirim,
harika olur.” diyerek adeta kendimi sonumu hazırlamıştım o gece için.
Daha ilk Türküde “Sen
ağlama kirpiklerin ıslanır. Ben ağlim ki belki gönül uslanır.” dizelerini
duyunca birden donup kalmıştım. Başından aşağı kaynar suların dökülmesi neydi
ki, ben kaynar su olup dünyadan aşağıya uzaya dökülmüştüm adeta.
Onlarda birden benim girdiğim bu garip hale şaşırmışlar, bir
yandan da bana açıklamaya yapmaya çalışıyorlardı:
-“Bu Hüma Kuşu türküsü bizim Erzurum’da meşhurdur. Bunu
Mükerrem Kemertaş söylüyor, eski orijinal haliyle. Hüma efsanevi bir
kuştur. Hüma kuşunun asla
yakalanamayacağı ve bu kuşu bilerek öldürenin kırk gün içinde öleceğine inanılır
bizim oralarda. Hüma kuşunun küllerinden yeniden doğmak için kendini yaktığı
anlatılır bu efsanelerde. Hüma kuşunun ayaklarının olmadığı, yere asla
inmediği, havada yumurtladığı ve yavrusunun yine havada yumurtadan çıktığı söylenir.
Çok eskilerde hükümdar ölünce millet bir meydanda toplanırmış. Hüma kuşu kimin başına konarsa ya da gölgesi kimin üstüne düşerse o kişinin hükümdar olduğuna dair bir inanış varmış. Devlet kuşu denmesinin muhtemelen bu inanıştan geliyor. Ki bizim milletimiz piyangodan para kazanma işine de talih kuşu der, herhalde o da buradan geliyor.”
Çok eskilerde hükümdar ölünce millet bir meydanda toplanırmış. Hüma kuşu kimin başına konarsa ya da gölgesi kimin üstüne düşerse o kişinin hükümdar olduğuna dair bir inanış varmış. Devlet kuşu denmesinin muhtemelen bu inanıştan geliyor. Ki bizim milletimiz piyangodan para kazanma işine de talih kuşu der, herhalde o da buradan geliyor.”
Onlar bir yandan anlatıp dururken ben başıma konan, sonra da
beni yakıp yıkan bu talih kuşunun türküsünü dinliyordum bir yandan.
“Hüma kuşu yükseklerden
seslenir
Yar koynunda bir çift Suna beslenir
Sen ağlama kirpiklerin ıslanır
Ben ağlim ki belki gönül uslanır.
Sen bağ olki ben bahçende gül olim
Layıkmıdır yanim yanim kül olim
Sen bey olki ben kapında kul olim
Koy desinler buda bunun kuludur.”
Yar koynunda bir çift Suna beslenir
Sen ağlama kirpiklerin ıslanır
Ben ağlim ki belki gönül uslanır.
Sen bağ olki ben bahçende gül olim
Layıkmıdır yanim yanim kül olim
Sen bey olki ben kapında kul olim
Koy desinler buda bunun kuludur.”
İşte o gecemde dışarıya ağlamalarımdan çok fazlasını içeriye
akıttığım bir gece olarak kişisel tarihimde yer aldı. Sonraları bu ağlamaları ‘iyi
ki yapmışım’ diyecektim kendime.
Yoksa içerimde biriktire büyüteceğim bu acı denizin tuzu
beni zehirleyip perişan edecekti. Ağladım, ağladım, ağladım. Senin hiçbir sloganının
anlatamayacağı kadar çok, hiçbir reklam filmini çekemeyeceğin kadar içli…
İşte böyle, beni soracak olursan tam da Hüma kuşu gibi,
Ayaksız,
Konacak hiçbir yeri olmayan.
Adem Özbay
0 yorum:
Yorum Gönder
Sensiz kelimelerin sesi olduğun için teşekkürler...