Bazen kendim gibi insanlar aradığım hissine kapılıyorum. Saçma bir Türk
filminde birden gözyaşları akan bir erkek mesela. Bazen saatlerce
yataktan kalkamadan güzel bir rüya görmeye çalışan bir adam. Bir çocuk
gibi hayaller kurmanın güzelliğini bilen birileri. Belki de varsınız,
sokaklarda birbirimize değerek yürüyoruz, aynı lokantada yemek yiyoruz,
aynı mağazadan alışveriş yapıyoruz. Ama bir o kadar da yabancıyız
birbirimize, bir o kadar ayrıyız birlikte olabilmekten.
Sevmek de böyle değil mi? Aynı olabilme savaşı. İki farklı insanın ruhlarını ve bedenlerini tek yapabilmek kavgası… Aşk bir savaş bence, galip gelmenin mağlup olmaktan geçtiği bir savaş. Sevebilmeye çalışmamız kendi aynımızı bulma derdimiz. Sanki yüzümüzde ancak sevince çıkan maskelerimiz var. Her sevmemizde bir maskeyi kaldırıyoruz karşımızdakinden. Altında kendi yüzümüzün olmasını umarak… Bir süre sonra o maskenin bizim yüzümüzü kapatmadığını görüyoruz, aşk bitiyor, çünkü yeni bir maskenin peşine düşmemiz gerektiğini biliyoruz.
Ben bunu sende öğrendim, maskelerin altına bakmamız gerektiğini sen öğrettin bana. Tabi ki sonundaki büyük hayal kırıklığını da sende yaşadım. Sen de benim maskemin altındakini merak etmiştin, bunu kendine itiraf etmek zor olsa da ben sensiz geçen nice günlerden sonra bunu artık delikanlı gibi söyleyebiliyorum kendime.
Biliyorum yüzüm yüzün değildi. Hiç sarılamadığın baban gibi saramayacaktım seni. İçimizdeki o baba şefkatini arayan yüzlerimiz ortaktı. Lakin yüreği durmadan kazma sallayarak peşinde olduğu kömür kadar sertleşmiş bir adam olan babam gibi seninki de merhameti göstermekten aciz bir babaydı. Şimdiki çocuklar ne kadar şanslı, gönüllerince sarılabildikleri bir babaları var. Bizim hiç olmadı. Sen onun ölüm haberini bana gözyaşları içinde verdiğinde donakalmıştım. Baban için gözyaşı dökeceğin hiç aklıma gelmemişti. Şimdi anlıyorum ki o gözyaşları merhamet isteyen küçük bir kızın gözpınarlarından akıyordu. Sana hiç sarılmayan bir babadan, hiç öpmeyen bir babadan, hiç kızım demeyen bir babadan sonra sana ne kadar sarılsam ne kadar öpsem hep az kalacaktı.
Beni babanın cenazesine gelmediğim için çok suçlamıştın, “Bir insan nasıl sevdiğinin babasının cenazesine gelmez, anlayamıyorum.” demiştin. Buna cesaretim yoktu. Orada tıpkı ben de merhamet görmemiş bir evlat gibi ağlayacaktım, belki senden daha çok gözyaşı akıtacaktım. Orda ben iki kişilik ağlamaktan korktum, iki kişilik ölüm acısı çekmekten. Bunu yıllar sonra şimdi anlayabiliyorum. Ve ben hala korkuyorum, babamı kaybettiğimde o mezarlıkta iki kişilik ağlamaktan o kadar çok korkuyordum ki bunu sana anlatamam.
Haberin oldu mu bilmiyorum, sonra babanın mezarına gittim. İnsanların vefasızlığını bir daha gördüm orada, iki yıl geçmeden herkes unutmuştu babanı. Mezarını bile bilen ne kadar az kimse vardı. Ona gidip “Kızını layığı gibi sevemedim, özür diliyorum.” dedim. Eğer ölüler mezarlarında duyuyorlarsa içinden “Ulan sanki ben adam gibi sevebildim mi?” diye geçirmiştir. Onunla sadece iki üç cümle konuşabildiğimiz evin önünde durdum, o bayram gününe gittim. Muhtemelen senin de çocukken bol bol oynadığın o dereleri dolaştım, o değirmeni gezdim. Sahilde, senin yüzdüğünü hayal ettiğim o sahil boyunda dolaştım.
Sonra farkına vardım ki, ölen sadece baban değildi. Ölen o derelerde o sahilde beraber yürüyebilme düşlerimizdi. Sevgiye olan inancımız ve babalarımızdan görmediğimiz ama çocuklarımıza sonsuzca vereceğimiz merhametimizdi. İşte mahşeri ve yeniden dirilişi olmayan en büyük ölümlerimiz bunlardı.
Oysaki seni hep mutlu etmeyi istemiştim. Hep gülelim hep huzurla yaşayalım hayatı istemiştim. Lakin bu ömür öyle lanet bir öğretmen ki öğrendiğinizde çok geç oluyordu. Ellerinden akıp gidiyordu beraberlikler, sarılmalar, öpüşmeler…
Adem Özbay
Sevmek de böyle değil mi? Aynı olabilme savaşı. İki farklı insanın ruhlarını ve bedenlerini tek yapabilmek kavgası… Aşk bir savaş bence, galip gelmenin mağlup olmaktan geçtiği bir savaş. Sevebilmeye çalışmamız kendi aynımızı bulma derdimiz. Sanki yüzümüzde ancak sevince çıkan maskelerimiz var. Her sevmemizde bir maskeyi kaldırıyoruz karşımızdakinden. Altında kendi yüzümüzün olmasını umarak… Bir süre sonra o maskenin bizim yüzümüzü kapatmadığını görüyoruz, aşk bitiyor, çünkü yeni bir maskenin peşine düşmemiz gerektiğini biliyoruz.
Ben bunu sende öğrendim, maskelerin altına bakmamız gerektiğini sen öğrettin bana. Tabi ki sonundaki büyük hayal kırıklığını da sende yaşadım. Sen de benim maskemin altındakini merak etmiştin, bunu kendine itiraf etmek zor olsa da ben sensiz geçen nice günlerden sonra bunu artık delikanlı gibi söyleyebiliyorum kendime.
Biliyorum yüzüm yüzün değildi. Hiç sarılamadığın baban gibi saramayacaktım seni. İçimizdeki o baba şefkatini arayan yüzlerimiz ortaktı. Lakin yüreği durmadan kazma sallayarak peşinde olduğu kömür kadar sertleşmiş bir adam olan babam gibi seninki de merhameti göstermekten aciz bir babaydı. Şimdiki çocuklar ne kadar şanslı, gönüllerince sarılabildikleri bir babaları var. Bizim hiç olmadı. Sen onun ölüm haberini bana gözyaşları içinde verdiğinde donakalmıştım. Baban için gözyaşı dökeceğin hiç aklıma gelmemişti. Şimdi anlıyorum ki o gözyaşları merhamet isteyen küçük bir kızın gözpınarlarından akıyordu. Sana hiç sarılmayan bir babadan, hiç öpmeyen bir babadan, hiç kızım demeyen bir babadan sonra sana ne kadar sarılsam ne kadar öpsem hep az kalacaktı.
Beni babanın cenazesine gelmediğim için çok suçlamıştın, “Bir insan nasıl sevdiğinin babasının cenazesine gelmez, anlayamıyorum.” demiştin. Buna cesaretim yoktu. Orada tıpkı ben de merhamet görmemiş bir evlat gibi ağlayacaktım, belki senden daha çok gözyaşı akıtacaktım. Orda ben iki kişilik ağlamaktan korktum, iki kişilik ölüm acısı çekmekten. Bunu yıllar sonra şimdi anlayabiliyorum. Ve ben hala korkuyorum, babamı kaybettiğimde o mezarlıkta iki kişilik ağlamaktan o kadar çok korkuyordum ki bunu sana anlatamam.
Haberin oldu mu bilmiyorum, sonra babanın mezarına gittim. İnsanların vefasızlığını bir daha gördüm orada, iki yıl geçmeden herkes unutmuştu babanı. Mezarını bile bilen ne kadar az kimse vardı. Ona gidip “Kızını layığı gibi sevemedim, özür diliyorum.” dedim. Eğer ölüler mezarlarında duyuyorlarsa içinden “Ulan sanki ben adam gibi sevebildim mi?” diye geçirmiştir. Onunla sadece iki üç cümle konuşabildiğimiz evin önünde durdum, o bayram gününe gittim. Muhtemelen senin de çocukken bol bol oynadığın o dereleri dolaştım, o değirmeni gezdim. Sahilde, senin yüzdüğünü hayal ettiğim o sahil boyunda dolaştım.
Sonra farkına vardım ki, ölen sadece baban değildi. Ölen o derelerde o sahilde beraber yürüyebilme düşlerimizdi. Sevgiye olan inancımız ve babalarımızdan görmediğimiz ama çocuklarımıza sonsuzca vereceğimiz merhametimizdi. İşte mahşeri ve yeniden dirilişi olmayan en büyük ölümlerimiz bunlardı.
Oysaki seni hep mutlu etmeyi istemiştim. Hep gülelim hep huzurla yaşayalım hayatı istemiştim. Lakin bu ömür öyle lanet bir öğretmen ki öğrendiğinizde çok geç oluyordu. Ellerinden akıp gidiyordu beraberlikler, sarılmalar, öpüşmeler…
Adem Özbay
0 yorum:
Yorum Gönder
Sensiz kelimelerin sesi olduğun için teşekkürler...