Bazen kendimi kaybediyorum demiştim ya.
Hangi şehirde, hangi caddede olduğuma dair en ufak bir
fikrim olmuyor öyle anlarda. Bir çocuğun uyuması için çitlerden atlamaya
çalışan ama her seferinde çitlere takılıp kendisine ve uykusunu getirmeyi
beceremediği çocuğa faydası dokunmayan bir koyun gibiyim çoğu zaman.
Sahipsizlik hissiyle dolup taşıyorum, yağmurlu gecelerde.
Yeryüzüne inen bu kadar çok melek bir damlacık suyu taşımak için böylesine çaba
sarf ederken benim bu acılarımı taşımak için neden hiçbiri yardımıma gelmiyor. Neden
yapayalnız çekiyorum tüm bu kahrolasıda acıları.
Siperde ölümünü bekleyen savaşçı asker gibi başımı
kaldırmaya korkuyorum hayata. Başımı kaldırsam kurşunlar vızır vızır geçerken
beni delirteceklermiş gibime geliyor. Evi kendime siper yaptım, savaştan kaçan
bir korkak gibi ne savunmadayım ne taarruzda.
Pencereme dokunan rüzgara neden beni bir limana ulaştırmadığı
için kızıyorum. Çocukluğumda, baharın başlngıcında ağaçlardan dökülen
polenlerin rüzgarla oradan oraya savrulmasını seyrederdim. Peşlerinden koşup
onları yakalamaya çalışırdım. Lakin çoğunlukla evimizin yanı başındaki büyük
dereye gidip konarlardı suyun üzerine.
İnsan suya konabilir mi? Bilmiyorum.
Hiç birimizin canımız isteyince uçabileceği ve canımız
isteyince konabileceği yerleri yok. İnsan hep konmak ister oysaki.
İnsanın konacağı yegane yerdir evdir.
Rengarenk bir kelebekte olsan, özgürlük düşkünü bir kuşta
olsan eninde sonunda bir eve varmayı istiyor insan.
Ev.
Ben senden sonra yaşadığım bu dört duvarı hiç bu sıcak
kelimeyi yakıştıramadım. Ev iki harften oluştuğu gibi iki kişiden oluşan bir
yer. Kapının arkasında senin hiç olmayacağını bilerek çevirdiğim tüm anahtarlar
evden ziyade;
Beni bir zindana...
Beni bir yalnızlığa...
Beni bir ayrılığa...
Beni bir gurbete...
Beni bir sessizliğe, kilitler gibiydi. Kapıyı her kapatışımda kendini zindanına
kilitleyen gardiyan gibi özgür dünya ile bağımı kesip, evin bu basık ve boğucu
havasına esir ediyorum kendimi.
Herkesin özgürce kapatabileceği kapıları olmalı. Kapandığına
ve kilidi çevirmediğine üzülmediği.
Ne zaman böyle boşlukta salınan bir uzay istasyonu gibi
hissetsem kendimi aklıma Malcom X’in bir dergi kapağında okuduğum sözü geliyor:
-Eve dön, şarkıya dön, kalbine dön!
Ayrılık duyguların zencisidir. Kimsenin yüzüne bakmak
istemediği hastalıklı bir kadın gibidir ayrılık. Horlanan, aşağılanan, sahip
çıkılmayan hiç kimse tarafından istenmeyen.
Lakin ayrılık elinde solmuş çiçeklerle bir gün kapımıza
vurduğunda, tık tık tık… Kim o demeye kalmadan gönül evimize dalıp hastalığı
bulaştırıveriyor hemen.
Ne zaman ayrılıkla fena halde takıştığımda ve kendimi evsiz
bir dünyalı gibi hissettiğimde senin Facebook sayfana bakıyorum. Reklam
dünyasının harika çocuğu bu gün ne paylaşmış ya da ne yazmış diye.
İnsan ne kadar unutmak istese de bir yanı hep bağımlı kalmak
istiyor.
Şu Amerikan filmlerinde gördüğümüz biten ilişkiler
sonrasında dost kalan sevgililerden olmayı beceremiyoruz. Bu toprakların kızı
olarak içime konulmuş büyük bir “unutmaya çalışma” enerjisi ile yaşadım nice
zamandır.
Bu güne kadar.
Unutmalıydım.
Seni ve senden zihnime kalbime nakşedilmiş ne varsa.
Ama dediğim gibi bir yanım hep bağımlı kalmak istiyor.
Unutmamak.
Kapıyı her açtığımda...
Metrobüse her bindiğimde...
Pilavcıya her gittiğimde...
Sahilde her yürüyüşümde, hep seninle karşılaşmak istiyorum.
Bazen öfkeyle yumruklamak için bazen içimin tüm hasretiyle sarılmak için.
Bu hastalıklı küstahça bir bağımlılık gibi gözükse de öyle
değil hiç.
Seni anımsamak yaşamayı anımsamak gibi…
Yaşadıklarımız yaşadığımın bir göstergesi. Onları içimden
çöpe atmaya denesem de hiç beceremedim. Başka bir erkeğe sarıldığımda senin
kokunu bulamazsam diye ne çok endişeleniyorum bir bilsen. Komik gelse de durum
bu arkadaş.
Buraya nereden geldik şimdi. Sana mektup yazmaya
başladığında kalemimi hiç zapt edemiyorum. Oysa dergiye bir yazı hazırlamak
için kaç gün kaç gece gebe kadının doğum sancıları çekiyorum. Konu sen olunca
kalemim asi bir yeniçeri gibi durmadan kazan kaldırıyor bana. Evsizlik hissi
içinde bocalarken Facebook sayfana bakmıştım, evet orda kalmıştık, hatırladım.
Orada tam da benim yaralarıma dokunan satırların vardı:
“Bir gün yolunu
kaybettiğinde,
Nerdeyim dediğinde susuyorsa herkes,
Pencerendeki menekşeler solduysa,
Hiçbir rüzgar gemini sahile götürmüyorsa,
Ayaklarında derman kalmadıysa,
Yüreğinde tutunamıyorsa hiçbir umut,
Pusulaların hiç birisinden medet bulamamışsan,
Caddelerin orta yerinde apansız tek başına kaldıysan,
Baharın ortasında ısıtmıyorsa güneş seni,
Yağmurlar vuruyorsa yüzüne yalnızlığını,
Demli çaylar eşlik etmiyorsa sohbetine,
Martılar kapmıyorsa attığın simitleri,
Çiçekler arkasını dönüyorsa elini uzattığında,
Sürüsünü kaybetmiş göçmen bir kuş gibi mahzun kaldığında,
Boynunu büktüğünde yetim bir kız çocuğu gibi,
Gözlerin kızardığında, ağlamamak için kendini tuttuğunda,
Kalbine dön,
Kalbin evindir senin,
Aşka dön,
Aşkın kalbindir senin.”
Nerdeyim dediğinde susuyorsa herkes,
Pencerendeki menekşeler solduysa,
Hiçbir rüzgar gemini sahile götürmüyorsa,
Ayaklarında derman kalmadıysa,
Yüreğinde tutunamıyorsa hiçbir umut,
Pusulaların hiç birisinden medet bulamamışsan,
Caddelerin orta yerinde apansız tek başına kaldıysan,
Baharın ortasında ısıtmıyorsa güneş seni,
Yağmurlar vuruyorsa yüzüne yalnızlığını,
Demli çaylar eşlik etmiyorsa sohbetine,
Martılar kapmıyorsa attığın simitleri,
Çiçekler arkasını dönüyorsa elini uzattığında,
Sürüsünü kaybetmiş göçmen bir kuş gibi mahzun kaldığında,
Boynunu büktüğünde yetim bir kız çocuğu gibi,
Gözlerin kızardığında, ağlamamak için kendini tuttuğunda,
Kalbine dön,
Kalbin evindir senin,
Aşka dön,
Aşkın kalbindir senin.”
Evim sensin, kalbim sen, aşkım sen.
Peki sen nerdesin?
Hangi yıldızların altında, hangi şarkıyı dinliyorsun benden
ayrı.
Evim yok benim sen yoksan, sen yoksan bir boşluk bu yaşamak. Ve ben kanatlarını kaybetmiş de göçememiş bir
kuş aşka.
Adem Özbay
0 yorum:
Yorum Gönder
Sensiz kelimelerin sesi olduğun için teşekkürler...