Copyright © Sensiz Kelimeler Sözlüğü
Design by Dzignine

Hep gölgesinde kaldı diğer sevmelerim seni sevmemim..

“O buhranlı günler” diye anlatırlar çok karanlık dönemleri. Örneğin İstanbul’un işgal edilmesi, örneğin Hitler’in dünyayı kasıp kavurması gibi günler için tarihçiler böyle der. Hepimizin hayatında da yok mudur o buhranlı günler? Sen gittiğinde benim halimde işte böyleydi. Buhranlı karmakarışık ve yapayalnız… Senin gibi hiç konamayan bir kuşa dönmüştüm. Seni hatırlatan en ufak bir nesneye karşı inanılmaz duyarlılaşmıştım. Artık ne iş düşünebiliyor ne de elime reklam metni yazmak için kalem alabiliyordum. Nedim yine devreye girmişti.
“Bana ölü gibi yaşayan bir reklamcı lazım değil, ya öl ya diril.” diyerek elimden tuttuğu gibi Atatürk Havaalanı’na götürmüştü beni. “Öyle apar topar gidemem, hazırlanmam lazım, eve gidip bir şeyler alayım.” dediysem de dinletememiştim. “Hemen gitmen lazım yoksa bu şehir seni paralayacak ve beynin patlayıp bir zombi gibi dolaşacaksın buralarda. Senin kurtuluşun hemen buralardan uzaklaşman ve bir süre kafanı dinlemende. Gidince ufak tefek giysiler alırsın üstüne başına.” Doğru söylüyordu, şimdi bu yaptığı acil eylem planının ne kadar da doğru olduğunu bir kez daha anlıyorum.
İlk bulduğumuz biletle beni Almanya’ya postalamıştı. Orada ortak çalıştığımız bir ajansın sahibi beni karşılayacaktı. Yirmi yıl önce Almanya’ya gelmiş ve oradaki Türklere hizmet veren orta ölçekli bir ajansın sahibi olan Turan benim “Özel bir proje için geldiğimi” bilerek etrafımda pervane gibi dönüyordu. Nedim “Bak ona bu durumlardan hiç bahsetmeyeceğim, senin merhamete değil, arkadaşlığa ihtiyacın var, ben işleri takip edeceğim, sen gez dolaş, ye iç seviş.” Bunların hiçbirini yapamayacağımı biliyordu. Yediğim hiçbir yemekten tat alamıyordum. Elime alkol almaya korkuyordum. Sanki bir kadehle başlasam ölene kadar içecektim. Sevişmeye gelince başka bir kadının tenine elimi sürmekten korkuyordum. Gezi boyunca Turan ve arkadaşları beni ne kadar buna zorlasalar da o senin kokun hala burnumun direğini sızlatırken hangi kadına dokunabilirdim?





Zaten uzun süre sonra sadece bu derin yaralardan kurtulmak için birlikte olduğum ilk kadın olan Berrin’le dakikalarca öpüşmüş sarılmış ama bir türlü hazır hale gelememiştim. Berrin, yine ajans için çekim yaptığımız ekipten bir kızdı. İlk tanıştığımızda boşanmak üzereydi, hoşlanmıştık birbirimizden, ama öpüşmekten ileriye gitmemiştik. 4-5 sene sonra karşılaştığımızda eşinden ayrılmış ve çocuğunu büyüten bir televizyoncuydu. Hemen o gece evime gelmişti. Uzun uzun konuşmuştuk ve onu yatağa yatırdıktan sonra ben salondaki kanepede uyumuştum. Sabah olduğunda ise kahvaltı yaparken elleriyle yüzümü okşamıştı. Sanki yüzüme vuran acılarımdan haberdardı. Onun o şefkatli okşamalarından ve öpmelerinden sonra yatakta bulmuştuk kendimizi.
Ama Berrin sadece bir merhem olduğunu hem anlamıştı hem de biliyordu. Çok değil en fazla dört beş kere birlikte olduk sonra reklam seslendirmesi yapan ortak tanıdıklarımızdan biriyle olmaya başlamıştı. Yavaşça ondan kopmuştum. Sonunda bana fena kazık atsa da en azından yeni bir kadın fikrine alıştırmıştı beni. Yeniden bir kadını okşayabileceğime, sarılabileceğime, birlikte olabileceğime beni inandırmıştı. Sırf bu yüzden hala minnettarım ona.
Almanya’da ilk günler hisleri ameliyatla alınmış bir ceset gibi dolaşıyor, tarihi mekânları katedralleri, şatoları geziyordum. Sonra biraz daha hareket katmak istedim geziye. Köln’de Turan’ın beni tanıştırdığı halı pazarlamacısı İbrahim ile bir haftalık uzun bir geziye çıkacaktık. İbrahim halı pazarlaması yaparken Avrupa’nın her yerini gezmiş, ne kadar Türk’ün yaşadığı yer varsa ezberlemişti. Oldukça ilginç bir adamdı. Çalışmayı çok seviyor ama Almanların kendisine bulduğu işlerden kolaylıkla sıyrılıyor ve sadece işsizlik parası ile geçiniyordu. Keyfi yerindeyken yaptığı bu halı işi de ona ek bir gelir sağlıyordu.
Köln’deki bir rent a car firmasından günlüğü 50 avroya bir araba kiralamıştım. İbrahim’e de günlük 50 avro verecektim. Diğer masraflarla birlikte 1000 avro civarında bir parayla çekip çevirecektik bu geziyi. Köln’den başlayan yolculuğumuz muhteşem bir Hollanda, Belçika, Fransa turuna dönmüştü. En güzel şehirleri geziyorduk. Meydanlarda gösteri yapan güzel kızlarla resimler çektiriyorduk. Okyanusa ayağımızı sokup güneşin doğmasını, batmasını seyrediyorduk. Tuhaf bir şekilde İbrahim de bana uyum sağlamıştı.
Her gittiğimiz yerde değişik Türklerle tanıştırıyordu beni. Artık Türklükle alakası kalmamış göçmenlerin yanında dini bütün gençleri görmek şaşırtıyordu beni. Gerçekten derin bir uçurum vardı oradaki gençlerin arasında. Amsterdam’ın meşhur caddesine gittiğimde yeniden acılarım depreşmişti. Orda genelevlerin kapılarında sizi içeriye çekmek için çaba gösteren yarı çıplak kızların o olağan tavrı beni şaşırtmıştı. Etrafındaki esnafla bir abi kardeş gibi sohbet eden ama kendilerine bakan bir müşteriyi görünce birden şuh bir fahişe edasına bürünen bu kızları görünce nerdeyse kapandığını sandığım yaralarım birden açılmış, içinden irinler kalbime akmaya başlamıştı.
İstanbul’da hiç böyle manzaralara şahit olmamıştım. Çeşitli reklam fuarları için yurtdışına çıktığım zamanlar da böyle yerleri gezmediğim için bu tür manzaraları görmemiştim. Herkes ne derse desin o hayat kadınları gerçek birer azizeydiler. Sırf erkeklerin gönlü olsun diye sadece bedenlerini değil ruhlarını bile sunuyorlardı. Almaktan çok vermeyi kutsayan bir toplumun, nasıl oluyor da bu kadınlara “aşağılık bir mal” gözüyle baktığını anlayamıyorum hala.





İbrahim benim o kırılganlığımı nasılsa anlayıp hızlıca uzaklaştırmıştı oradan bizi. Son durak olarak Paris’e geldiğimizde bu sefer hazırlıklıydım. O Eyfel Kulesi nasıl karşımda anılarımla bana saldıran bir Don Kişot gibi duruyorsa, kendimi bir yel değirmeni gibi kolay lokma yapmayacaktım. Eyfel kulesi bana sapına kadar seni söylüyordu. Daha önce fuar için geldiğimde Eyfel’i dolaşmış ve özellikle tepesindeki postaneye şaşırmıştım.
Düşünsenize Eyfel Kulesinden mektup kart atabiliyorsunuz sevdiklerinize. Neden Türkiye de yapılmıyor diye düşünmüştüm. Galata Kulesinde, Topkapı Sarayında, Dolmabahçe’de, Anıtkabir de mesela. Oralarda gezerken bir kutsal emanetin kartını atmak, Galata’nın resmini göndermek gayet güzel olmaz mıydı? Bunu sana da söylemiştim. “Aaa keşke bana kart atsaydın oradan.” demiştin. Sonra doğum gününden bir hafta önce gidip Eyfel kulesinden kart atmıştım. “Sırf bir kart için Paris’e mi gittin sen.” diyerek peş peşe ne kadar çok öpmüştün beni. Oysaki sadece kart için değil sadece senin için gitmiştim.
İşte şimdi o Eyfel karşımdaydı. Sıraya girip asansörle yukarı çıkarken o güçlü gözükme pozlarım birden darmadağın oldu. Sanki Eyfel’e değil bacaklarımın içinden kalbime doğru bir damarın içinden çıkıyordum. Ayakta durmam o kadar zorlaşmıştı ki ilk gördüğüm basamağa çöktüm ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. O ihtiyar Japon turistler bakıp bakıp geçerken yanımdan, sapsarı saçlarıyla güneş vurduğunda parlayan bir Alman kızı gözlerime gözleriyle vurarak durup baktı. Onun da ağlamasından korkup sesimi kestim. Yukarıya postaneye çıkamadan iniş sırasına girip doğru kendimi Paris’in o dar taş sokaklarına attım.        
Orada anladım ki biz ne kadar birbirimizden kaçarsak kaçalım tıpkı geceyle gündüz gibi birbirimizin peşinden gitmeyi asla bırakamayacaktık. Bu benim için böyleydi de senin için farklı mıydı sanki? Giderken ikimize dair götürdüğün resimlere, kullandığımız ortak eşyalarımıza bakıp ağlamadığını söyleyebilir misin bana? Gizli gizli bizim ajansın haberlerini takip etmediğini söyleyebilir misin? Ortak arkadaşlarımızın ağzından çıkacak bir haber için kulağını dört açmadığına kendini inandırabilir misin?
O sessiz telefonların senden olduğunu bilmiyor muydum? Ya da sana açtığım ama bir türlü konuşmayı beceremediğim o telefonların da benden olduğunu bilmiyor muyuz? Ama ben emin olamamıştım ilk başlarda. Öylesine bir gidişle gitmiştin ki sanki dünyada içinde ben olan ne varsa koparmıştın onlarla bağlarını. Sanki elinde olsa bir başka gezegene gidip yaşayacaktın. Öyle bir gidişti gidişin.
Ama arıyordun, soruyordun biliyorum, tıpkı benim gibi. Ortak çekim yaptığımız çocuklardan biri bana o hafta sonu Heybeli Adada birlikte bir bisküvi firmasının yeni ürününe reklam çektiğinizi söylemişti. Ve o gün beni arayan numarayı öğrenmek için aramıştım bilinmeyen numaralar hattını. Bana ankesörlü telefon olduğunu ve adalardan arandığımı söylemişlerdi. Sendin, seni yakalamıştım. Ama kendimi hiç yakalayamadım, senin peşinden gitmek için kendime hiç söz geçiremedim.
Paris’te bununla yüzleşmiştim ve mağlup olmuştum. Sonra gerisin geriye gelip o bir haftalık gezimizin sonuna varmıştık, Köln’deydik. İbrahim “İlla misafirim olacaksın.” deyince mecburen evinde bir akşam kalmıştım. Ailesinin sıcak misafirperverliği ve küçük kızıyla yaptığımız o güzel sohbet sonunda artık Türkiye’ye dönmeye hazırdım. Vedalaştık. Turan Frankfurt’taydı ve akşam dönecekti, bekleyemedim ilk uçakla tekrar İstanbul’daydım. Yenik hayallerimin şehrinde…





Kimseye haber vermemiştim, özellikle Hamdi’ye. O benim muhtemelen 15-20 gün oralarda dolanacağımı zannediyordu ama o kadar sabrım yoktu. Gelip bu şehirde seni hatırlatan ne varsa bana, onlarla tek tek hesaplaşacaktım. Eğer bunu yapmazsam tıpkı Eyfel’deki gibi, yüzüme bir şamar gibi inen bir hatıradan sonra olduğum yere çöküp hüngür hüngür ağlamaktan kendimi hiçbir zaman alıkoyamayacaktım.
İlk başlarda karşılaşmaktan çok korkuyordum. Ne diyeceğimi ne yapacağımı bir türlü bilemiyordum. Senin de gelip yüzüme tüküreceğinden ya da okkalı bir tokatla beni yere sermenden korkuyordum. Bir erkek olarak kavga etmekten hiç korkmadım, dayak yemekten de. Ama senin bir tokadının bedenimin etlerine değil, ruhumun yaralarına değecekti, canımı çok acıtacaktı, korkumun esas sebebi buydu.
Ama sen reklamcı ben reklamcı olunca karşılaşabileceğimiz mekânlar o kadar çoktu ki. Ayrıldığımız o lanet günden sonra reklamcıların çoğunlukla takıldığı hiçbir yere gidemedim. Sıklıkla gittiğimiz Tophane nargilecilerine, Beyazıt medreselerine, Beşiktaş’taki o ihtiyarların kahvaltı salonuna, Fatih’teki o Pilavcı Abla’ya hiç ama hiç gidemedim o zamandan beri. Taksimde tavla attığımız cafelere, kaşarlı dürümlerine bayıldığımız Bambi’ye, kokoreçin kralını yapan Şampiyon’a ayağımı hiç sürüyemedim. 20 milyonluk İstanbul’da her köşe başından sen çıkacakmışsın gibi tedirgin dolaştım günlerce.
Sonra tıpkı bir ölüme alışır gibi alıştım bu duruma. Ölüme alışmak ne kadar kolaydı, oysaki seninle bu şehrin sokaklarında köşe kapmaca oynamak ne kadar zorladı beni. Ama alıştım sonunda. Küçük bir çocukken babamın her zaman evin bitişiğindeki garajda hazır ettiği mezar tahtaları, komşumuzun o eski steyşın renosuna yüklenirken ölüm dayanmıştı o küçücük zihnimin her köşesine. Meraklı gözlerle üzüldüğümü gören babam “Birşey yok birşey yok geç sen içeri.” derken o patavatsız yengem bir müjde verir gibi suratıma çarpmıştı ölümü: “Oğlum İshak enişten ölmüş.”
Evet, o zaman inanmıştım “İyilerin bu dünyadan erken gittiklerine.” Tüm akrabalarım içinde en çok sevdiğim ve en iyi anlaştığım İsmail enişte en büyük halamın eşiydi. O zamanlar için tüm çevresine çok fazla gelen eşsiz kibarlığı ile ilk örnek aldığım kişiydi. Sonradan onun bu kibarlığının altında bir trajedi yattığını öğrenmiştim. Silahını temizlerken kızını vurmuş ve uzun bir süre İstanbul hapishanelerinde kalmıştı. O hapishanelerde İstanbul beyefendileri gibi konuşmayı öğrenmiş, zamanın siyasi suçluları ile kaldığı için ağırbaşlı oturaklı biri olup çıkıp gelmişti köyüne. Bana hep “Sen doktor olacaksın.” dediğinde belki de kızını kurtaramamış olmanın verdiği bir üzüntü vardı bilinçaltında. Bazen de bana takılırdı: “Kadın doktoru yapacağız seni, kadınların şeylerine bakacaksın.” Utandığımı görünce de konuyu değiştirir yine o eşsiz sohbetiyle başka başka konulardan konuşurduk.
İsmail enişte ölümle tanıştırmıştı beni. Ölüm senin sevdiğin birisinin başına gelince yüreğine takılıp kalıyordu. Yoksa başka başka ölüm haberleri dolaşıp duruyordu durmadan etrafta. O yıllardan zihnimden hiç çıkmayan bir ölümde sınıf arkadaşım Mehmet’inkiydi. Uzun boyuyla nerdeyse bir zürafa gibi hepimize tepeden bakan Mehmet ilkokuldan sonra İstanbul’a çalışmaya gelmiş, ilk günlerde de otobandan karşıya geçerken arabaların altında kalmıştı. Öyle ki onlarca araba bir yandan sürüklemiş bir yandan onu altında ezmişlerdi. Anlatılanlara göre cesedi 5-10 kilo kadar bir şey kalmıştı.
Ama şöyle esaslısından yüreğimi delip geçen ölüm neydi? Tabi ki dedeminki… Bu yaşlı adam beni bir Küçük Prens gibi yetiştirmeye çalışan bir bilgeydi. 96 yaşında sessiz sedasız öldüğünde bana gözyaşlarıyla sarıldığı son karşılaşmamızı bırakmıştı. Ona bayram ziyareti için gittiğimde aldığım bisküvilerden çabuk bitmesin diye her gün sadece 1 adet yiyen ve öldüğü gün son bisküvisini yiyen dedem bununla bana travmatik bir mesaj bırakmıştı aslında. “Bir gün öleceğiz çünkü bisküviler bir gün bitecek.”   
Anne ve babanın ölmesi nasıl bir şeydir, bilemiyorum. Hani şair soruyordu ya “Sizin hiç babanız öldü mü?” diye, benim ölmedi. Anne ve babanın ölümünün insanları çok etkilemesinin nedenini onlar ölmeden anlamak da çok zor olsa gerek. Belki de onlar bizim hayatla olan en sahici bağlarımız. Onlar spermlerini ve yumurtalarını bir coşku içinde birleştirmeselerdi bu hayata uğrayamadan teğet gelip geçecektik. Onlar vardı ve biz yaşıyorduk. Onlar olmayınca altımızdan bu gezegen çekiliyor belki. Anne kalbimiz baba beynimiz belki. Onlarsız sadece yürüyen cesetleriz. Bunu onları kaybetmeden hiçbir zaman bilemeyeceğiz.
Senin baban öldüğünde sen neleri bildin, gerçekten yaşamakla olan sahiciliğin kayboldu mu? Bunu soramadım sana hiç. Hissettiklerini anlatabilir miydin onu da bilmiyorum. Bildiğimi sana söyledim. Şimdilerde gitmen ya da ayrılmamız değil, seninle karşılaşma ihtimali bir ölüm gibi dolaşıyordu etrafımda. Reklamcıların yıllık ödül töreninde son reklamlarımızdan biriyle ödül kazanmamıza rağmen gitmemiştim. Muhtemelen orada olacaktın. Hamdi, tüm geceyi en detaylarına kadar bana anlatırken senden hiç bahsetmedi, senin ajanstan da. Ama söylediği her kelimeyi ben senle irtibatlandırıyordum. Aldığımız bu saçma ödülü o kadar ballandırıyordu ki gören orada Oscar kaldırdığını zannederdi.





Basit bir kadın pedi reklamıydı oysaki. Piyasaya yeni giren bu ped firması herkese epeyce para dağıttı için bir ödül vermesek ayıp olur diyerek bize de “Özel tüketici beğenisi” ödülü vermişlerdi. Ne anlama geliyorsa! Hamdi, bana hararetle anlatırken yine kahkahalar içinde söylediğin bir söz gelmişti aklıma: “Dünyayı paranın, diktatörlerin, cumhuriyetlerin yönettiğini sanma, dünyayı kadınların vajinası yönetir.” Şu aldığımız ödül bile ondandı, ne bereketli bir yer ki, yaşı kurusu, giyimi kuşamı herkesi ihya ediyordu.
O zaman gülüp üzerinde düşünmediğim bu sözünü şimdi ciddiye almaya başladım. Etrafımdaki akışa bir bakıyorum da her yerinde kadının cinselliği akıyor. Hayat Mevlana’nın pergel metaforundaki gibi. Pergelin temel ayağı kadının orasına saplanıyor ve diğer ayak dolaşıp duruyor hayatlarımızda. Bunun artık kıyamete kadar değişeceğini sanmıyorum. Che gibi bir babayiğidin çıkıp bir vajina devrimi yapması çok zor artık.
Büyük aşkların kavuşamamış aşklardan olmasının sırrı bu olmalıydı. Aşk, gökyüzüne umarsızca uçan bir balonken penis bir iğne gibi değdiğinde birden puff diye patlayıveriyordu. Hikâyeleri ayrılık üzerine olan büyük aşk kahramanları penisle vajinanın ihtişamlı imtihanından geçmedikleri için edebiyat dünyamızda hala o balonlarıyla uçuyorlar. Mecnun’la Leyla’nın kavuştuklarını düşünsenize, herhalde 4-5 çocukları olurdu, çölde oradan oraya koşturan bu veletlerin peşlerinde seğirtmekten sevişmeye vakit bulamazlardı. Sonra dırdır vırvır derken ortada ne aşk kalırdı ne meşk.
Bundan dolayı elbette onları ayıplamazdık. Bizim ölümsüz aşklarımız hep kadın ile erkek olarak varken, uzak doğudaki büyük aşklarda hep ikinci üçüncü kahramanlar vardı. Bunu artık sık sık seyrettiğim o Japon, Kore ve Çin filmlerinde gördükçe bizim kendi aşkımızı başka kahramanlar olmadan nasıl mahvettiğimizi de görüyordum. Kaplan ve Ejderha’daki o adamın mağarada ölürken kadına söylediği sözleri hatırlıyor musun: “Hayatım boşu boşuna geçti.” Beni anlatan işte bu sözdü. Ya da Parlayan Hançerler Evi’ndeki yüzbaşının genelevdeki kıza “Senin adın neden çiçek adı değil?” diye sorunca kızın “Çiçekler dağlarda olur.” deyişinde ben senin gibi bir çiçeğin bu şehirde ne işi olduğunu sorguluyordum. Bir çiçektin benim için, bir buhuru Meryem, bir karanfil ve asi bir kardelen.
Kardelen’i konuşmuştuk senle bir gün uzun uzun:
“Kardeleni biliyor musun?”
“Çiçek.”
“Çiçek var çiçek var.”
“Nasıl yani?”
“Çiçek vardır sadece genç kızlara verilmek içindir, çiçek vardır sadece edebiyatçılara malzeme olmak içindir, çiçek vardır isyan etmek içindir.”
 “Hadi be yine reklamcılığa başladın, çiçek çiçektir işte.”
“Sen kardeleni bilir misin? Bak adına dikkat et, kar delen. Ne demek karı delen. Tabi sen erkeksin hemen karı delenden malum organına vazife çıkarma, bu dağ başındaki kar. Beyaz lapa lapa yağan kar. İşte bu çiçek bir asi gerilla gibi o küçücük cılız bedeniyle karla savaşır. Yüzlerce kilo ağırlığında olan o beyaz ölümü yener ve başını güneşe uzatır. İşte o kendi haliyle şu hayatın kurallarına karşı çıkar, tekdüzelikle savaşır, güneşe ulaşır. ”




Sen de bir kardelendin, değil mi? Şimdi anlayabiliyorum. Sen de isyan etmiştin hayata. Köyündeki her genç kızın kaderine boyun eğmemiştin. Ablan gibi gidip bir işçinin eşi olmayacaktın. Okuyacak büyük şehrin karanlık sokaklarından başını güneşe çevirecektin. Beyazıt’taki o yurtta yaşadığın sefaletlere inat, çalıştığın her yerdeki tacizlere inat sen bir kardelen olacaktın. Ve olmuştun… Bense senin o güneşe çıkardığın başını ezmeye çalışan bir çocuktum işte. Elinde sopası, o çiçeklerin o taşların o kuşların bir canı olduğunu bilemeyen bir çocuktum. Vurup vurup düşürüyordum toprağa hepsini.
Hele bizim mahallenin zalim çocuklarıyla çete kurup, önüne gelen ne kadar canlı varsa dünyaya geldiklerine pişman etmeye yemin ettiğimiz o günleri hatırladıkça içim sızlıyor. Bir kirpiyi hiç unutamıyorum, yoldan geçerken yakalamıştık onu, durmadan taşlamıştık. O başını gösterip azıcık yürümeye çalıştığında kocaman bir taşı indiriyorduk başına. Uzun süre dayanmış ve savaşmıştı bu çeteye karşı. Ama baştan kaybedilmiş bir savaşa girmişti bir kere, kaybetmiş ve canını vermişti. Şimdi canımdan can vererek diriltmek istediğim tek canlıydı o kirpi. Biliyorum hayat boyu canıma değip canımı acıtacak her acıda onunda bir oku olacak. Tıpkı senin saçlarının da bir ok gibi gelip bağrımı delmesi gibi, esen her İstanbul rüzgârında…
Nedim gizliden bir psikolog rolüne soyunmuş kendine has yöntemlerle beni tedavi etmeye çalışıyordu. Zira ben ona göre ayrılık acısını kaldıramayan şaşkın bir aşıktım. Kendi halime bırakırsa benim deli divane olacağımdan korkuyordu. Zira ona Sinan’ı anlatmıştım. Sevdiği kızı alamayınca beyninin sigortasını attıran Sinan küçük halamın oğluydu. Uzun süre Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesinde yattıktan sonra ilaçlarla yaşayabilecek hale gelmişti. Köyde aklı kıt bir kızla evlendirilmiş ondan bir çocuğu olmuş sonra karısı evi terk etmişti. Selami en sonunda evlerinin koruma duvarları örülmemiş balkonlarından düşüp omurlarını zedelemiş ve felç olmuştu.
Bir hastanenin yoğun bakım odasında dolaşan Azrail’in kanatları ilk kez Sinan’ı görmeye gittiğimde sinir uçlarıma değmişti. Zayıflamıştı ve boğazına takılan hava borularından dolayı konuşamıyordu. 15-20 dakika ben konuşmuştum o gözyaşları ile katılmıştı sohbete. Bu kadar uzun süre bir insanın ağlayabileceğini ilk o zaman görmüştüm. Ellerimle sildiğim gözyaşları sıcacıktı. Onun içinde hala atan o aşkın sıcaklığında ağlıyordu. Kısa bir süre sonra Sinan içindeki o sevdasıyla uçup gitmişti. Nedim benim de yeni bir Sinan olmamdan korktuğu için etrafımda dört dönüyordu. Evet, onun için iyi bir ortaktım ve beynim çalıştığı sürece para kazanabiliyorduk.
Ama sensiz beynim bile düzenli çalışmıyordu. Ne olursa olsun her türlü ürün için 10 dakika içinde en kral sloganları bulurken şimdi günlerce üzerinde çalışıyordum. Reklam filmi için yazmam gereken diyalogları çoğunlukla stajyerlere tamamlatıyordum. Çünkü kafamı toplayıp küçük bir hikâye yazacak kadar kelime tutamıyordum hafızamda. Sensiz kelimeler sözlüğüne dönüştü anadilim. Ben hangi kelimeye uzansam o kelimenin harfleri kanatlanıp sen oluyorlardı. Sana konup adın çıkıyordu ortaya, uçuyorlardı beynimin içinden.
Nedim bir gün yine kapıma dayandı:
“Anlaşılan seni Avrupa kesmedi, biraz daha soğuk taraflara git de, iliklerin açılsın biraz.”
“Saçmalama bir yere kımıldayacak halim yok benim.”
“Eşek gibi gideceksin oğlum, kızlar, para, Kremlim Sarayı ve Putin amca seni bekliyor.”
“Oğlum manyak mısın ne işim var Rusya’da?”
“Şu bizim kürkçü Rusya’da voleyi vurmuş oğlum. Şimdi Rusça bir markayla orada 5 milyonluk bir yatırım yapıyor. Tüm reklam çalışmalarını, afişleri, bilbord tasarımlarını yapmamızı istiyor.”
“Ee oraya gitmek mi lazım anasını sattığımın 3-5 afişi için?”
“Öyle değil işte, adam orda pazarları gezmemizi istiyor. Oranın sistemi bizim burası gibi değilmiş, sitemi tanımamızı istiyor. Halkla biraz iç içe olmamızı istiyor. İki haftalık bir gezi olacak. Tüm masraflar kürkçüden. Orda tasarımları yapacak bir ajans varmış, Türklerin açtığı. Ama görselden de anlayacak birisi olması lazım. Eee buda ben olmadığıma göre.”
“Bak yine beni buradan postalamak için bir üç kağıt yapıyorsan şerefsizim geldiğimde ağzını burnunu dağıtırım.”
“Valla billah değil oğlum ya, git para kazandır gel bize. Napolyon amcanın ruhu sızlamasın o soğuklarda. Ha kızların da hakkından gel, bir Türk nasıl dünyaya bedelmiş göster.”
Nedim için benim hastalığımın tek çaresi tabii ki karılar kızlardı. Eğer onun gibi 3-5 hatunla yatsam tüm dertlerim bir gecede şifa bulacaktı. Neyse ki tartışacak havada değildim. Aslında bende gizliden bir uzaklaşma isteği duyuyordum yeniden. Yine ilk uçakla Moskova yollarındaydım, bereket bu sefer sırt çantamı alacak kadar vaktim vardı.
Uzun yolculuklarda üç dört bavul bagajı olanlara gıcık olduğum kadar hiç bir şeye gıcık olmam. Görenlerde çeyiz taşıyor zannedecek. Topu topu 1 haftalık bir seyahate elbise dolaplarının yarısını götürmenin ne anlamı var bir türlü anlayamıyorum. Ben iklime göre 2-3 tişört ya da kazak alırım, iki de pantolon aldım mı tamamdır. Hiçbir zaman bagaj bekleme derdim olmadı havaalanlarında. Bagajım kayboldu diyerek de havayolu şirketlerinin elemanlarına da saldırmadım hiç. Her yolculuk büyük ölüm yolculuğuna hazırlanmak gibi geliyordu. Ne kadar az yüküm olursa o kadar rahat edecektim.
Moskova’ya iner inmez bizim kürkçünün yardımcısı İlyas beni karşıladı. Asıl adı İlyasov olan bir Azeri iş adamıydı. Türklerle çok kaldığı için Türkçe’si gayet güzeldi. İki hafta boyunca Moskova pazarlarını didik didik ettiğimiz İlyas aynı zamanda benim ev sahipliğimi de yapmıştı. Güzel bir otelden yerim ayrılmasına rağmen o otele bırakmamış evinde misafir etmek istemişti beni. Benim de canıma minnetti. Otellerden nefret etmeye başlamıştım artık.
Gerçekten Rusya’da ticaret bizimkinden farklıydı. Orada para halk pazarlarında dönüyordu. Pazar dedimse bizimkiler gibi değil. Konteynerlerden oluşan bu pazarlar bin, beş bin, on bin konteynere kadar çıkıyordu. İlyas’ın da böyle bir pazarda iki konteynırı vardı. Bu pazarlar Yahudi iş adamlarının elindeydi ve gerçekten büyük paralar dönüyordu. Orada ilk gözüme çarpan kadınların inanılmaz giyim zevkiydi. Pazarlar durmadan bir makine gibi çalışıyordu. Rus kızlar ve kadınlar sanki kurulmuş birer saat gibi durmadan alışveriş yapıyorlardı. İlyas sık sık “Abey” diyerek bilgilendiriyordu beni bu konularda:
“Abey bu Ruslara elbise de başka bir şey deme. Kızları kadınlarının akılları fikirleri elbisedir. Çoğunun maaşı 100 doları geçmez ama her ay en az 300-500 dolarlık alışveriş yaparlar.”
“Nasıl yapıyorlar bunu?”
“Nasıl yapacaklar abey hepsinin en az iki sevgilisi var. Biri yabancı biri buraların zenginlerinden.”
“Kocaları rahatsız olmuyor mu bu durumdan?”
“Yok be abey nerde, ha domuz ha Rus, hiç fark etmez. Bunların evine iki kuruş fazla girsin yeterki. Karısını da satar kızını da.”
“Müslümanlık güzel şey desene, en azından insanlarda ar namus oluyor.”
“Hakkatten abey ya.”
Tabi ben bunu çok saf bir şekilde söylemiştim, İlyas’ın da saf bir şekilde onayladığını zannediyordum ama işin böyle olmadığını anlamam çok sürmedi.
İlyas’ın Rus bir karısı vardı, daha doğrusu birlikte yaşadığı sevgilisi diyelim. Zira ben onu sonraları öğrenmiştim. İlyas’ın o küçük evine gittiğimiz akşamları sevgilisi Tanya bize ufak tefek yiyecekler hazırlardı. İlyas da çok marifetliydi, harika kuru fasulye pişiriyordu. Tanya’yla sevişmeleri çoğu zaman benim kaldığım yere kadar geliyordu ve yarı çıplak kalkıp banyoya geçiyorlardı. Ben o kadar utanıyordum ki bazen uyuyor numarası yapıp öğlen vaktine kadar kalkmıyordum yataktan. Tanya aynı zamanda İlyas’ın dükkânı işletiyordu. Daha ikinci gün akşam beni bir bara götürdü İlyas. Orda 15-20 dakika içinde bir kızla tanıştı ve bana “Abey az işim var gelecem hemen.” diyerek çıktı. Ben daha içkimi bitirmeden geri gelince:
“Hayrola nereyi gittin?”
“Ya kızı arabaya götürdüm, orda biraz oynaştık Abey.”
“Ne çabuk, maşallah çok hızlıymışsın?”
“Öyleyimdir Abey bu Rus kızları böyle yaptı beni. Hadi gel sana da bir tane ayarlayalım.”
“Yok sağol böyle iyiyim ben.”
“Abi yoksa sen hoca mısın, bak benim bir hocam var, çok mübarek bir insan, onun için ölürüm ben.”
“Yok hoca değilim de şimdi canım istemiyor. Hem biraz ortamı tanıyayım.”
“Abey sen bilirsin de bu Rus kızlar var ya ben onları tanımadan o kadar yıl boşuna sevişmişim.”
“Yapma ya!”
“Valla abey, bak bir tanesiyle seviş, başka bir kadından bir daha zevk alamazsın. Valla ben karımdan bile zevk almıyorum artık.”
“ Nasıl almıyorsun ya sabaha kadar inletiyorsunuz evi.”
“Ooo abi Tanya’yı demiyorum, benim memlekette karım var, Azerbeycan’da yani.”
“Tanya senin karın değil mi?”
“Karım gibi de, değil tabi. O Ukraynalı hem Rus değil, ailesine bakmak için çalışıyor. Ben de hem iş veriyorum hem zevk veriyorum işte.”
“Karın bilmiyor mu bunu?”
“Bilse ne olacak ki. Her ay 200 dolar para gönderiyorum, orada krallar gibi yaşıyor. İki kızım var, onlara bakıyor. Hem 6 ayda bir gidebiliyorum oraya. Burada karı olmadan olur mu?”
“Ya tamam olsun da her önüne gelen kıza sulanıyorsun ama.”
“Abey sen de öğrenirsin merak etme, bak ben sana öyle kızlar bulcam ki, cennete mi geldin diyeceksin valla.”
“Hadi bakalım, göreceğiz.”
İlyas da Nedim gibi işi getirmiş kadına dayamıştı yine. İtiraz etmenin bir anlamı yoktu. Zira buraya gelen her Türk’ün birinci hedefi kendisine bir Rus sevgili yapmaktı. Rus kızları da buna can atıyorlardı tabi. Hele kendilerini Türkiye’ye tatile götüren bir sevgili bulmak Rus kızları için lotodan büyük ikramiye çıkması gibiydi. Dolaşırken gördüğüm tek manzara buydu. Türklerde bu tür fırsatlara hiç hayır demiyorlardı tabii ki. Orada Rusların “Çeçen’den canını, Azeri’nden malını, Türk’ten karını koruyacaksın.” atasözünü de duyunca işin boyutunu tam olarak anlamıştım.
Rusya’da bir gece yarısı Kremlin Meydanına gitmiştik İlyas’la. Meydanın köşesinde bir rögar kapağı vardı. Oldukça büyük ve işlemeli bir demir kapaktı. İlyas hemen anlatmaya başlamıştı:
“Bak abey, burası Ruslar için dünyanın ortası yani tam merkezidir. Rusya’ya dağılan tüm elektrik, telefon, karayolu, demiryollarının başlangıç noktası da burasıdır.”
“Desene adamlar büyük düşünüyor, dünyanın merkezini saraylarının önü yapmışlar.”
“Öyle abey, şimdiye bakma bu gavurlar geçmişte az çektirmediler bize. Şimdi de çektiriyorlar aslında. Bak bizi Ermenistan ile savaştırdılar. Bir sürü yiğit öldü, aramızda büyük bir düşmanlık oldu. Oysaki biz orada Ermenilerle bir kardeş gibi büyüdük. Aynı okullara gittik. Şimdi herkes birbirine düşman. Hatta Ermeni karısı olan Azeriler ağlaya ağlaya karılarını gönderdiler. Bu ne vicdana sığar ne insanlığa be abey.”
Bazen işi gücü kürk satmak olan ve dolar saymak ile Rus kızlarla sevişmekten başka bir zevki olmadığını sandığım bu adamın böyle naif anlarına şahit olmak beni şaşırtıyordu. Tam ben İstanbul’da bıraktığım köşe kapmaca oyununu unutmuşken birden İlyas yeniden bana hatırlatıvermişti:
“Abey Lenin zaliminin mezarını da görürdük ama o şimdi kapalı, biliyorsun demi adamı mumyalamışlar, müzede sergiliyorlar.”
Lenin gibi mumyalamış bir cesettim bende işte o an. Tek farkım vardı, kimse beni görmek için para vermiyordu. İşin en yaralayıcı tarafı da bunun suçlusu bendim. Kendi kendimin zalimiydim. O eşsiz güzellikteki Kremlin Meydanında gecenin bir vaktinde İstanbul’a doğru baktım. Kim bilir sen hangi yastığa sarılmış ve ağlıyordun. Kim bilir nasıl da özlemiştin beni. Nasıl da kucaklamak için asık suratımı çekmeye razıydın.
O gece sabaha kadar uyumadan Moskova’yı seyrettim. Gece birden hayret verici bir gök olayı oldu. Tüm Moskova ortasında kocaman bir avize yanmış gibi pırıl pırıl oldu. Artık gezegen mi tutuldu ay mı bilmiyorum ama seninle o Moskova’nın aydınlık gecesinde sarılarak bir dans etmek isterdim. O parlak gecenin en çok parlayan yıldızı olarak sana sarılıp dudaklarından öpmeyi ne kadar da çok istedim.
Bu arada bizim kürkçü patronun işlerini de takip ediyordum. Reklam tasarımlarını oradaki ajansta yapıyorduk. Çocuklar çok yetenekliydi zaten. Birkaç saatte işleri halledince bana da gezmek dolaşmaktan başka bir seçenek kalmıyordu. Yeni açılan büyük Migros’u, dünyanın en büyük oto galerisini, tarihi yerleri gezmiştim. İlyas’ın tanıştırdığı kot pantolon üreticisi Sadık ile iyi arkadaş olmuştuk. Sadık az çok okuyan birisiydi de. Tolstoy’u Dostoyevski’yi konuşacak birini bulmak beni sevindirmişti.
Sadık bana bir hafta sonu Savaş ve Barış’ın, Anna Karenina’nın, Diriliş’in yazıldığı yerleri gezdirmeyi teklif edince havalara uçmuştum. Sadık’ın en güzel tarafı da Rus kızları meraklısı olmaması ve beni illa birisiyle birlikte olmam için zorlamamasıydı.
Sadık ile hafta sonu içimi acıtan bir seyahat yapmıştık. O büyük Rus yazarlarını orada yeniden keşfetmiş ve ancak anlayabilmiştim. Bu kadar büyük bir sefalet olamazdı. O iğrenç kurutulmuş balık kokusunun sardığı 10-15 metrekarelik dairelerin olduğu devasa binaları gezmiştik. İçinde yüzlerce ailenin kaldığı ama tek banyosun, tek mutfağının, tek tuvaletinin olduğu binalar. Büyük yazar olmak büyük hikâyelerin yaşandığı yerde yaşamaktan geçiyordu. Tolstoy, Dostoyevski de böyle yerlerde yaşamışlardı ve bu insanların hikâyelerinin hakkını verip büyük yazar olmuşlardı.
Artık Rusya günlerimin sonuna gelmiştik. İlyas iki haftadır etrafımda pervane gibi dönmesine rağmen beni Rus kızlarıyla yatağa atamadığı için ezik büzük geziyordu yanımda. Gitmeden önceki son akşam “Tamam be kardeşim, hadi götür beni kızlara bu akşam sen ne dersen o.” diyerek onun dümen suyuna gitmeye karar vermiştim.
Hemen büyük bir kafeye gittik. Kafelerini de pek sevemedim bu Rusların. Hele Allah için hiçbir kafesinde su olmamasına gıcık olmuştum. Adamlar o kadar çok votka ve gazlı içecek tüketiyorlardı ki kimse su içmiyordu. Dolayısıyla su da satılmıyordu kafelerinde, barlarında. Biz oturur oturmaz iki güzel kız masaya geldiler. Meğer İlyas biz yola çıkmadan bunları ayarlamış. Ama o gece beraber olacağımız kızlar bunlar değildi. Zira bunları daha önceki misafiri olan iki tekstilci arkadaşına yapmıştı. Kızlar da zaten hemen vizeleri bitip de Türkiye’ye dönmek zorunda kalan bu adamları sormuşlardı. İlyas’ın her şeye rağmen bir namus anlayışı vardı ve bu kızlarla beraber olmuyordu. Kızlar ona çok acık bir şekilde asıldıkları halde. 
Biz kızlarla bir şeyler içtikten sonra kalktık ve kızların arkadaşlarına gitmek için yola koyulduk. İlyas bir markete girdi, biraz meyve, içki ve prezervatif aldı. Bana prezervatifi verirken de “Aman ha bunsuz yapma, bunlarda bin tane hastalık vardır.” “Ulan hastalık varsa ne diye yatmak için can atıyorsun.” demek istedim ama o anda o çoktan havaya girmişti. Kızların evine çıktık. Loş bir ortamda biri 20 yaşlarında biri 30’larında iki kız bizi bekliyordu. Bir şeyler yiyip içtikten sonra kızlar aralarında bir tartışmaya başlamışlardı. Ben Rusça ‘Da’dan başka bir şey bilmediğim için pek bir şey anlamıyordum. Ama tartışmanın dozu iyice artmıştı ve büyük olan kız kapıyı vurup çıkmıştı.
Ben “Ya noldu, niye kavga ettiler bunlar.” deyince İlyas kızgın bir şekilde “Abey koyduğumun kızları ikisi de senle olmak istiyorlar, biraz içince sapıttılar, kavga ettiler.” “Hadi be.” derken bir taraftan da bu işten yırttığım için keyiflenmiştim. Aşağı indik, kızlar bizi uğurladılar. Bir süre sonra İlyas “Abey sana bişey söyleyeceğim inanmayacaksın valla.”
“Söyle neymiş ya.”
“Abey bu içerdeki kızlar varya.”
“Evet.”
“Abey onlar anne kızmış. Bizim kızlar söyledi şimdi.”
“Hadi be.”
“Abey valla öyleymiş.”
“O nasıl anne ya en fazla 10 yaş fark var aralarında.”
“Abey bunlar işte kendilerine bakıyorlar. Kız gibi kalmış karı be.”
“Eee artık şansına küs.”
“Abey valla iş inada bindi. Ben bunların peşini bırakmam.”
İlyas’ın sonra ne yapıp ne yapmadığını bilmiyorum ama tekrar İstanbul’a indiğimde garip bir sadık kalma hissiyle doluydum. Ayrılmış ve birleşemeyecek iki aşığın böylesine garip bir sadakat hissi taşıyabileceklerini o zaman yaşamıştım. Hala senin teninin kokusuydu içime en son çektiğim. Hala senden sonra başkasına sarılıp uyumamıştım. Bu durum da bende bir bakirelik olgusu yaratmıştı. Senden sonra uzun bir süre bu hisle yaşamıştım. Ne zaman Berrin’le yaşadığım o kısa birliktelik olmuştu, ben artık senin değildim. Senin kokun, nefesin, teninin kıvrımları silinip gitmişti hafızamdan ya da ben öyle zannetmiştim.
İstanbula biraz daha dinginleşmiş bir kafayla gelmiştim. Bir de ufak bir yazıyla. O aydınlık Moskova gecesinden kalma yazıyı bir peçeteye yazmıştım:
Seni sevebilmek ne güzeldi, sıcak havada esen bir rüzgâr gibiydi.
Yüreğimin orta yerinden parmak uçlarıma kadar bir esenlik verirdi seni sevmek. Hangi yöne dönsem güneşe gölge olurdun sen. Üşüsem ısıtırdın. Acıksam doyururdun.
Seni sevebilmek ne güzeldi, okyanus ortasında bir ada bulmak gibiydi.
Pusulasını kaybetmiş ruhuma yöndün sen. Sevmesini öğreten öğretmenimdin. Ne kadar uzaklara açılsam da, beni toprağa kavuşturan yaşamın kıyısıydın sen.
Kâbuslarımdan o uçsuz bucaksız derin kuyulara düşerken okuduğum euzü besmelem, nas'ım, şükrümdün sen.
Uyandığımda yanı başımda buluverdiğim bayramlık elbisem gibi her gün yeni yeni sevinçler sunan ömrümün hediyesiydin sen.
Düştüğümde annemin yaralarımı öpmesi gibi yeryüzünün bütün bir şefkatiyle öperdin beni. Sabah olur, öğlen olur, ikindi olur, akşam olur, yatsı olur, bir de sen olurdu gün.
Sen bir gece vakti düşen bir yıldıza dilekte bulunan çocuğun uykusuna giriveren bir hayal perisi, sen hiçbir saatin gelişini haber vermeyeceği bir zaman aralığı… Yeni açan tüm çiçeklerin elçiliğiyle bile anlatılamayacak kadar narin ve güzel bir bahar.
Sen; işte kaybettiğim kelimeler, yazamadığım satırlar. Ve seni sevmek tüm bunlar…
Seni sevebilmek, bir kaç damla gözyaşı gözlerimden içime doğru akan.
Seni sevebilmek ne güzeldi bir bilsen.
Peçete cebimde aylarca dolaşıp durmuştu, en sonunda cebimdeki ıvır zıvır notlarımla birlikte masanın üzerine bırakmıştım. Bir süre sonra etraf temizlenmiş ve ben yazıyı tamamen unutmuşken bizim stajyerlerden Berrak elinde bir kâğıt parçasıyla gelmişti:
“Ben size bunu vermeyi unuttum.”
“O ne ki?”
“Siz Rusya’dan geldikte sonra bunu masanın üzerinde bulmuştum. Bir peçeteye yazmışsınız, ben de lazım olur diye size temize çektim.”
“Sağ ol Berrak çok önemli bir şey değildi ama teşekkürler yine de.”
Ah ne kadar da önemliydi. O yazdığım not bana ruhumun sadakatini hatırlatan bir işaret fişeği olmuştu. Kalbimin seni severken tüm potansiyelini kullandığını anlamıştım. Daha çok sevebilecek miydim? Çok zordu. İnsan ilk kez derinden sarsıla sarsıla sevdikten sonra diğerleri ancak bu sevmeyle ölçülen bir sevgi birimi haline geliyordu. Sevmelerinizi hep en çok aşık olduğunuz kişiye göre hesaplıyordunuz. Üstüne koyup daha çok sevebilir miyiz, bilmiyorum. Bu güne kadar sevemedim. Hep gölgesinde kaldı diğer sevmelerim seni sevmemim. Zaten bundan sonrası için de bir yarışa girsin istemiyorum kalbim. 

Adem Özbay

0 yorum:

Yorum Gönder

Sensiz kelimelerin sesi olduğun için teşekkürler...