Copyright © Sensiz Kelimeler Sözlüğü
Design by Dzignine

Sen öptüğüm ilk korkuluk...

“Hiç konamayan bir kuş gibi yapayalnızım.” demiştin. “Saçlarıma kon istersen.” demiştim. Gülümsemiş ve “Sen korkuluk musun?” diye sormuştun. Gülümsemiş “Evet ben sevilesi bir korkuluğum.” demiştim. Öpmüştün “O zaman sen öptüğüm ilk korkuluksun.” demiştin. Gülümsemiştik.



***







İlk karşılaşmamız için çok sonraları “İki kuşun havada çarpışması gibi.” demiştin. Beyaz bir palton vardı üzerinde, soğuk bir kış günüydü. Ajansın o geniş merdivenlerinden çıkışını görmüştüm ilk önce. Tedirgin bir kız çocuğu salıncağa binmiş de basamaktan basamağa sallanıyor gibi gelmişti bana. Bizim sekretere “Kiminle görüşeceğini” sormuştum, o da seni bana yönlendirmişti. Her zamanki darmadağın odamı görünce şöyle bir odayı ve sonra beni süzmüş “Metin yazarlığı için gelmiştim.” demiştin. Gelmiş ve bir adamın hayatının tümden değişeceği günleri başlatmıştın.
Geçenlerde okuduğum bir haberde yine şu işi gücü olmayan bilim adamlarımız araştırmış bulmuş ve keşfetmiş. Meğer “Bir kadın karşısındaki adamın hayatının erkeği olup olmamasına üç saniyede karar veriyormuş.” Bu çokbilmiş proflar haklı mı bilmiyorum ama kadınlar üç saniye ise bizde bu durum üç milisaniyedir. Biz erkekler baktık mı şıp diye kadının hem bedeninin hem ruhunun röntgenini çekeriz.
Gözleri, burnu, yanakları, dudakları tek tek keşfederiz o kısacık anlarda. Peşinden hemen gözlerden kalbe gideriz, dudaklardan ruha. Dıştan içe doğru giden bu yolculukta o milisaniyeler içinde bir ekvator keşfi gibi maceradan maceraya koşarız biz bir kadında. Erkek milletinin böyle eşsiz bir yeteneği vardır. Bence kadınlar bu konuda bizim kadar iyi olamazlar. Çünkü bütün kadınlar diğer kadınları incelemekten erkekleri incelemek konusunda çok geri kalmışlardır.
Kadınların süs, makyaj ve kıyafet merakının kadınsal rekabetten olduğunu ergenlik ateşimiz söndüğünde biz erkekler anlayabiliyorduk. Kadınlarda ise bu durum mezara kadar devam ediyordu. Kadınların nasıl oluyor da tek tip bir kefene razı olabildiklerini anlayamıyorum. Bir gün bu moda dedikleri zıkkımın kefene kadar gidip “2012 Model Yeni Kreasyon Kefenler” adıyla bir defile düzenlenirse iş oraya kadar gitmiş demektir. Bu mevzu çok derin bir konu. Ama kadınlar bilsin ki zaten bizim için en makbul kadın kıyafetsiz bir kadındır.
Ben şimdi hiç hatırlayamıyorum biliyor musun? O ilk anımda senin için neler geçti zihnimden. Senin o ince dudakların, kısık kısık bakan küçük gözlerin, hafif toplu yanakların… Gözlerinin ardında ki için ve içindeki dünya için aklımda kalan bir “İlk bakış hatırası” yok. Neler geçti o zaman keşke bir yerlere not alsaymışım. İki reklamcı olarak daha sonraları seninle bir post it yarışına girmiştik. Şimdi o yazdığımız notlar bende çok derin bir dünya bıraktı. İkimizin birer yönetmen edasında sevgimize ait reklam filmleri çekme denemelerimizde sanki onlar.



İlk görüşmemizde aklımda kalan beyaz montun ve tedirginliğindi. İş konusunda anlaşmıştık, zaten tecrübeliydin. Daha önce sektörün en büyük iki ajansında metin yazarlığı yapmıştın ve ayrıca uluslararası bir sanat merkezinin katalog yazarıydın. Senin bu özelliğin sayesinde daha önceden şöyle böyle bilgi sahibi olduğum Da Vinci, Van Gogh, Picasso, Frida, Rodin gibi ustaların eserlerindeki çok teknik ve ustaca kurgulanmış ayrıntıları öğrenmiştim. Eserlerine ilham kaynağı olan yaşamlarındaki acıları da senden öğrenmiştim. “Sanatçıyı büyük yapan onun kişisel hikâyesidir. Eğer büyük bir hikâyesi varsa eserleri de büyük olur. Zamanının en meşhurları olan saray ressamlarının adını bugün kimse hatırlamıyor, çünkü onların bir hikâyeleri yoktu. Doğuştan asildiler ve hiçbir zaman büyük acılar çekmediler.” dediğinde Frida’nın “Yaşasın Yaşam” natürmortuna bakıyorduk. Bu tanımın o zamandan beri aklımdan hiç çıkmadı ve insanları değerlendirmede de genel bir ölçütüm oldu. Bizim eserimiz olan bir aşk vardı ortada ve onu büyük yapacak olan da acılarımızdı. Kim istemezdi ki büyük bir aşkı olsun, kim isterdi ki büyük acıları olsun.
Ajasın patronu da CV’ine bakıp benim de onayımı alınca direkt işe başlamanı istemişti. Büyükşehir belediyesinin kursları için acil bir medya planlaması yapmamız gerekiyordu. Belediyenin yeni yöneticileri eskiler gibi önlerine ne gelirse imzalayıp “Hadi başlasın.” demiyorlardı. Her cümleye bir ilave yapıyorlar çoğu tasarımın resimlerini beğenmiyor, renklerin pantone cmyk değerlerini değiştiriyorlar, çoğu reklamın sözlerine müdahale ediyorlardı. Bu durum bazen daha güzel işler çıkmasına neden olduğu gibi çoğu zaman işlerimizi yavaşlatıyor ve bizi gıcık ediyordu. Ta ki sen gelene kadar… Sen bu yöneticilerle gayet iyi anlaşmıştın. Her toplantıda onların her dediklerine “Evet, harika fikir” diyordun. Ama sonunda yine kendi istediğini kabul ettiriyordun.
İnsan idare etmek konusunda inanılmaz bir becerin vardı. Sen bunu üniversite harçlığı çıkarmak için gece gündüz durmadan Mc Donald’s, Migros, B-Fit gibi firmalarda part time çalışmana bağlıyordun. Çünkü insanlarla bolca iletişime geçmeye yarayan bu tür işler daha öğrencilik zamanlarında insanları hayata hazırlıyordu. Özellikle nazlı müşterilere satış yapmak için dil dökmek, eldeki malı pazarlamak ve insanları etkilemek için zamanla kazanılan bu alışkanlıklar gerçekten hayatın ilerleyen zamanlarında özellikle de iş dünyasında çok faydalı olabiliyorlardı.
Senin etkili iletişiminin faydasını çok görmüştük. Hele bizim patron bu durumdan o kadar çok memnun oluyordu ki, seni metin yazarlığından çok müşteri temsilcisi gibi kullanmaya başlamıştı. İlginç bir şekilde hiç şikâyet etmiyordun. Bu insanlara katlanabilme ve tahammül sınırına hayret etmiştim o zamanlar. Ajansın tüm sorunlarını bir bir çözüyordun. Çalışanlar arasında kendiliğinden bir ağırlığın oluşmuştu. Küçükler için abla büyükler için hanımefendiydin. Benim de işlerim bayağı hafiflemişti. Artık sadece metinleri hazırlayıp, projelerin genel konseptlerini belirliyordum. Yıllardan beri süren çalışma hayatımda en rahat ettiğim zamanlar senin yanında olmuştu.
Bu sürede ajansın muhasebecisi Hamdi en yakın arkadaşım olmuştu. Kalender bir çocuktu. Beni bir dost gibi sevdiğini hissettiriyordu bana. Maddi konularda her zaman önceliğim vardı. Bazen patronun kardeşi üretim müdürü olmasına rağmen para kısıntısına uğrarken bana masraflarda sonuna kadar muhasebenin kapısı açıktı. Bu samimiyetimizin o zamanlar için ilerde bize ne tür sürprizler hazırladığını bilemezdik. Meğer uzun bir koşunun henüz ilk basamağındaymışız hep birlikte orada.



Reklamlar, tasarımlar, sloganlar, grafikler, baskılar derken yavaş yavaş birbirimiz tanıdıkça tuhaf bir hayranlığımız oluşmuştu birbirimize. Bunu şimdi çok iyi anımsayabiliyorum. Uzun uzun bakıyorduk birbirimize. Ben bir reklam metni üzerinden çalışırken seyrediyordun beni. Gözlerinin saçlarımda, ellerimde yüzümde dolaştığını hissedebiliyordum ılık bir meltem gibi. Bende seni seyrediyordum. Sen ne zaman dudaklarını oynata oynata çalışmaya başladığında, o diğerinden kısa başparmağınla kâğıtların üzerinde silgiler dolaştırdığında da ben süzüyordum seni. Öyle bir cinsel arzuyla değildi sana olan ilgim, pek arzulayabileceğim bir kadın olarak bile gözükmüyordun ilk başlarda. Şuh bir kadından ziyade ağırbaşlı, oturaklı, hanım hanımcık bir kadın olarak tanımıştım o zamanlar seni.
Sonra ırmak aktı ve denizine kavuştu.
Gözlerimiz karşılıklı dik açıyla birbirlerine baktıklarında dudaklarımızda yarım yamalak bir hoşnutluk gülümsemesi belirdiğinde artık sen benim yârimdin, ben de senin yârin. O uzun yürüyüşte ruhlarımız birbirimizin olmuştu. Beşiktaş’tan Bebek’e kadar yürümüş, sahilinde yüzümüze vuran denizin kokusunu içimize çeke çeke ellerimizi buluşturmuştuk. Eminönü’nde ki Yeni Cami’nin önünde yürekleri pır pır ederek kendilerine atılan yemlere uçuşan güvercinler gibi ürkektik. Önce koluma girer gibi yapmıştın. Sonra ben, gelen birilerine yol vermek için kenara çekildiğimizde şöyle hafif sarmıştım seni. Ve bingo, ellerimiz kavuşmuştu. Ne muhteşem bir andı o. Akşamın hafif soğukluğunda ellerimiz birden ısıtıvermişti bizi. Bu nasıl bir duyguydu ki insan birden başkalaşıyor, birden tüm dünyası altüst oluyordu? Duygular, hormonlar kendi aralarında sözleşip ruhumuzda ve bedenimizde cirit atıyorlardı. İnsanın elinde olsa, durmadan her an sevse bir enerji santrali yutmuş gibi yaşardık. Belki de alkolün, uyuşturucunun sahte de olsa insana verdiği buydu. İnsanlar o yüzden bağımlısı oluyorlardı onların.



Zaman içinde ben de senin bağımlın olacaktım. Biraz serserice, biraz tutkulu, biraz kırılgan bir bağlılıktı bu. Sana durmadan yakınlaşıyor, senden uzakta kalmaya, senden ayrı saatlere bir türlü tahammül edemiyordum. Bir gezegenin çekim alanına kapılmış uydu gibiydim. Etrafında dönüyor ve o çekim alanından bir santim bile uzaklaşamıyordum.
Kısa süre içinde evinizin yakında bir ev tutmuş ve oraya taşınmıştım. Sen okulunu bitirip mesleğe atılınca ailen de yanına taşınmıştı. Bereket eğitimler, kurslar, sabaha kadar süren reklam toplantıları bahanesiyle ailenden çoğu geceler kaçıp geliyordun. Sen gelene kadar önüne sütünün konmasını bekleyen bir kedi yavrusu gibi bekliyordum. Gelir gelmez içime müthiş bir ferahlık çöküyordu. Sanki sen geldiğinde annesinin kokusunu almış bir kuş yavrusu gibi, yuvadan düşmek korkum gidiyordu içimden. Dünya kocaman bir gezegendi ve sen gelmezsen ben o sonsuz karanlık boşluğa düşecek, yitip gidecektim.
Ne günler ne geceler geçti böyle. Aslan yattığı yerden belli olur diyen ataların gönlü olsun diye yattığım yerde hep sen ol istedim. Sen olmadan ne gecelerim geçip gitmek bildi ne gündüzlerim güneşin batışına yetişti. Kısa sürede senin yemeklerine, çayına, dudaklarına ve ilgine alışmıştım. Tam bir tiryakilik olmuştun bana:
“Sana çok alıştım biliyor musun?”
“Biliyorum, çünkü ben de sana çok alıştım.”
“İnsan neden böyle oluyor, azıcık senden uzak kalamıyorum.”
“Geçer merak etme.”
“Nasıl geçer? Sen olmadan yemek bile yiyemiyorum canım, ne olacak böyle?”
“Ee geçer diyorum işte. Bu işler böyledir. İlk zamanlarda ayakların yere basmaz.”
“Bakıyorum aşk profesörü gibi konuştun. Sen nerden biliyorsun ki bunları?”
“Hayat öğretti bana. En güzel öğretmen hayattır biliyorsun.”
Pek deşmek istememiştim. Senin başka birisini sevme hikâyeni dinlemeye katlanamazdım. Sanki benim için yaratılmış benim için bu dünyaya gelmiş gibiydin. Başka hiçbir erkeğin eli eline dudağı dudağına değmemişti. Değse de ruhun sadece benim olacaktı. Bedenin bakireliğini eskisi kadar önemsemiyordum, ruhunki daha önemliydi benim için. Sonra onun da olamayacağını anlamıştım. Bir özgürlük savaşçısı gibi her gün yeni bir savaşın vardı senin. Nice esir insanlara nice hürriyetsiz memleketlere ve nice aşksız kalplere…
Biliyorum biz böyle doğmamıştık. 70’ler 80’ler 90’lar derken parçalanmış bir nesildik biz. O toplumsal kavgalar ruhlarımızı paramparça etmişti. Bu yüzden ruhlarımızda bakir kalamıyordu. Beyinlerimizde, düşüncelerimizde hep kirli hep yalnız hep mutsuzduk. İnsanın DNA’sı nasıl ailenin kalıtımsal özelliklerini taşıyorsa, toplumun DNA’sı da kuşaktan kuşağa taşınıyordu. Bizim babalarımızın yaşadığı karmaşa; solculuk, sağcılık, Müslümancılık, komünistlik, sosyalistlik, milliyetçilik tartışmaları ve gelişmekte olan bir ülke ezikliği ile özgüveni ve dinginliği kırılmış, parçalanmış bir halde bizim genlerimize transfer olmuştu. Hiç kolay değildi 90’ların 2000’lerin kuşağı olmak.


Adem Özbay

0 yorum:

Yorum Gönder

Sensiz kelimelerin sesi olduğun için teşekkürler...