Adem: dedemden
miras. On aylık oğlunu sırtında taşırken dünyaya getirdiği ikinci oğlunu,
eltisinin hırçın kollarına terk ettiğinde; annemin çaresizliğinden müphem bir
yalnızlıkta beni kaybettiğini gören dedem için cennetten kovulmuş bir ademimdir
ben. İğreti bir beşiğin içinde açlığında ve ne olursa olsun hiçbir ihtiyacında
gözyaşı dökmemeyi öğrenirim hemen sonraları. Ağlamanın ve dövünmenin tek bir
faydası gelip dokunmaz alnıma müşfik elleriyle. Koskocaman bir dünyada yalnızlığa
boğulan Ademden sonra bir metrelik beşikte uçsuz bucaksız bir yalnızlıktır
payımı düşen. O zamanlar hudutlarında fiyakalı haydutların dolaştığını
keşfedemem henüz. Yalnız nasıl acınır bir insana okurum insanların gözlerinden.
Bir bakışıyla teselli veremeyeceğine inanan kadınlar kendi çocuklarından bile
çoklukla sakındıkları sütlerini uzatırlar hemencecik ağzıma. Çünkü açlık,
kudurmuş bir nefer gibi saldırtır bebekleri ve yaralar sarar meme uçlarını.
Onlarca sütannem nerden bilebilirlerdi ki yıllar sonra insanların acımayı
yitirip sadece sahtekar kelimeleriyle yanı başımda tesellide olacaklarını.
Elbet
bilemezlerdi.
Bende
bilemezdim.
Ağlamayı
erkeklik raconuna yakıştıramadığımdan değil, özgürce ağlamam gerektiği
zamanlarımda unutturulduğu için beceremezdim başlarda. Önce siyah beyaz Türk
filmlerinde başladım ağlamaya. Ayrılmak zorunda kalan iki aşığın figanları,
annesinden ya da babasından koparılan çocuğun hıçkırıkları, kötü adamların bile
yeri geldiğinde ne biçim mert olduklarını izledikçe gözpınarlarım cesaret
buldu. Ağladım. Sonra haberlerde ağlamaya başladım. Oralarda bir yerlerde
kurşunu bedeninden sakınan bir çocuğun son çabalarına, titrek ve minnacık
elleriyle çöplüklerde ekmek arayan sokak çocuklarına, sapıklıklarına özürlü
öğrencilerini alet eden bir öğretmenin inadına balkondan düşen küçük bir çocuğu
kurtaran gencin parlayan gözlerine de ağlamaya başladım. Hiç utanmadan hem de.
Kitaplar okudum
ağladım.
Masallar okudum
ağladım.
Şiirler okudum
ağladım.
Birde
Kevakib’e...
Kevakib.
Gelişinin üzerinden yıllar geçti. Gelişini hesaplamamı mazur görün. Gidişinden
sonra yitirdiğim sadece uykularım olmadı. Saat hesabını da tutamaz oldum.
Saatin tiktaklarını bıraktım şimdilerde, memurlara ve vapur bekleyicilerine. Bu
hesapsızlığım birazda ondan kalan bir miras gibi. Hiç saati sormadı bana. Gerçi
kolumda sorulacak bir saatimde yoktu. Onunda yoktu. Lakin, benim ilk derslere
genellikle geç kalmama rağmen onun hocadan sonra derse girdiğine hiç şahit
olmadım. Sanki içinden saniye saniye zamanı hesaplıyor gibiydi. En uzun günü,
bahar bayramını, gezegenlerin aynı hizaya geldikleri günü ve tabi ki sevenlerin
gününü hep ondan öğrendim ben. Doğum günüm on iki nisanın; aslında ne güzel bir
gün olduğunu onun içimi ışıtan gözleri ve kabuslarıma diyet yeryüzüne saldığım
gülücükleri eşliğinde hediye kazağını aldığımda anladım ilk. Ama tahmin
edersiniz ben ona hiç doğum günü armağanı alamadım. Hep unuturdum ve O da hiç
hatırlatmazdı. Bilirdi babamın ancak ev kirasına ve yol parasını karşılayacak
kadar harçlık gönderebildiğini. Benim aksime hiç ayıplamazdı babamı. Sonraları
otostobu keşfetmiştik ev arkadaşlarımızla. Eğer o dudaklarımızı yalarken ateş
denizlerine düşmüş İbrahimler gibi olduğumuz sabahın soğuk ayazında beklemeye
cesaretliysek ve gariban öğrencilik yapmış bir arabalı bizi davet ederse
sıcacık arabasına, yüz metre maratoncuları gibi davete koşar, iki bilet parası
da kâra geçerdik. İşte o otostoplardan sonra artırdığım paralarla kantinden
birer tost yemiştik ilkin. Ellerim titremişti onları ona verirken.
Öylesine güzel
yemişti.
Öylesine mesut
olmuştuk.
/
Ve sonra Kevakib
seni çok sevdim. Evet sevdim ki ağladım yokluğunda. Tekrar bir gülüşünü şahit
olmak için ömrünün arta kalan yıllarından çoktan vazgeçtim. Gidişinle peşin sıra
götürdüğün mavi ıtırları, mavi yalnızlığında serazat ardıçları, ağır kanatları
yüzünden uçamayan albatrosun şarkılarını ve daha nice şu 'dünya telaşesi'
dedikleri hengamenin ortasında çırpınırken kimi zaman usul usul, kimi zaman iri
puntolarla göğsüme salıverdiğin çığlığını, hıçkırıklarını, tebessümünü, türkü
ve ağıtlarını hepsini ama hepsini yazıyorum buraya. Yazıyorum ki; okuyan herkes
nasıl ki suya bakanca aksi, yankısı vurur insanın, öylesine bana ayna tuttuğunu
bilsinler. Hoş, bilseler de çok bir şey değişmeyecek. Olmayışına denk düşen
‘yok’ kelimesi yerinde duracak sözlüklerde. Ben yıldızları yine sensiz gözleyeceğim.
Yine sensiz makarna pişireceğim sevimsiz mutfağımda, yine solgun
renkleriyle bir kazağı alıp koynuma öyle sabahlayacağım. Yazıları pek okunmasa
da kaybedenler kulübü üyeliği saydığım bileti ve quizlere çalışırken ellerinle
karaladığın kağıtları en kutsal metinler gibi ihlasla okuyacağım defalarca.
Lakin, gün be gün hüzün biriktirirken sararıp solan bir kalbe söyletmeyeceğim
unutuluşun tatlı yalanlarını. Yenilgilere bileneceğim inadına. İnadına Kevakib,
inadına ağlayacağım yokluğuna...
Evet her dem
ağlayıp, tüketeceğim gözyaşını...
Elinden bir
füzeden bile daha hızlı giden kağıt uçağını alıp da itinayla yapılıp tıpatıp
benzetilmiş bir oyuncak uçak verilen çocuğa çok büyük bir hainlik yapılmış
olmaz mı? Hı, sorayım size...
/
Çıldırasıya
özlediğimde, rüyama misafir olup da ilk kez başımı yasladığımda kucağına,
söylediklerim hep aklımda Kevakib:
aynı yıldızlarla yarenlik edip bir gece
yarısı...
yaşama eğilen sadece benim kalbim değil,
biliyorsun...
sen, senin kalbin nasıl...
hala o kalabalık, tıkış tıkış limanında
yerim var değil mi...
benim limanım seni fırtınalarda bile
taşımayı biliyor..
Biliyorum.
‘Ve güldün rengarenk yağmurlar yağdı
İnsanı ağlatan yağmurlar yağdı
Yaralı bir ceylan gözleri kadar sıcak
Yaralı bir ceylan kalbi gibi içli bir sesin
var’
/
‘Hayat ne garip
değil mi? Bir masalı aramak belki de tamamlamak üzere yola çıkıyor insan,
didikliyor kalbini boyuna. Derken... Sürpriz: Kurt masalı. Bir kurt varmış,
minimini kuzucukları afiyetle midesine indirmiş. Hepsi bu kadar işte. Bütün
hikaye(miz) bu hakikatte. Kurtlar dolanıyor ortalıkta. Pençeleri sivri mi
sivri. Oysa sesi annemizin, yarimizin, toprağımızın sesine ne de çok
benziyor. Evlerimize girip çorba tasımızı deviriyor, kitaplarımızı yırtıyor,
lambalarımızı kırıyor. Bizi aç, bizi sıcak kelimelere hasret, bizi zifiri
karanlıkta bırakıyor. Sürüklendiğimiz yollara taş yerine ekmek ufalamışız
besbelli Hans ve Gratel gibi. Şimdi dönüş yolu muğlak, dönüş yolu ikircikli.
Kutsal ateş umuduyla çıktığımız dağlardan inerken yolumuzu yitirmişiz bu
yüzden. Her ağaç ardından kötü kalpli kurdun kıpırtısı var adeta.’
Peki soruyorum
size: Her şey bir masaldan ibaretse neden iyiler galip gelmiyor hayat
maceralarının sonunda? Neden be, neden...
Kevakip mi:
Tıpkı o eski bir masaldaki gibi: Kayığa bindi, yanına beni aldı ve açıldı.
Ben mi: Tıpkı eski bir şarkıdaki gibi: Ömrüm seni sevmekle nihayet bulacaktır.
Ben mi: Tıpkı eski bir şarkıdaki gibi: Ömrüm seni sevmekle nihayet bulacaktır.
/
Daha çok şeyler
anlatırdım size, lâkin; belleğimden Kevakib yazmaya yarayacak üç sesli üç
sessiz harfi yitirdikten beri, devasa dalgaların mavi fırtınalar barındıran
bağrında kaybettiğim bir hikaye bu.
Unutkanlığın
galip geldiği bir çocukluk hatırası gibi.
Belki senin de
bir kayıp hikayen vardır: Hepimizinkinden biraz az yada biraz çok. “Yaz gelince heveslenir bitersin / Güz
gelince yaylalara göçersin / Bilmem niçin boynun eğri tutarsın / Senin derdin
benden beter menevşe”deki gibi.
Kim bilebilir ki
senin de; kalbinde, haritası gözyaşlarında gizli bir gömülü hazine misali
hikayelerinin olmadığını...
Anlatmaya
dilinin yanaşmadığı.
Ya da yad etmeye,
kalbinin dayanmayacağı...
HİÇBİR ZAMAN SON
Adem Özbay
0 yorum:
Yorum Gönder
Sensiz kelimelerin sesi olduğun için teşekkürler...